Aileniz size olan sevgisini ve takdirini en çok hangi sözcüklerle dile getiriyor? Benimkiler beni her zaman “akıllı kızım benim” diye severlerdi. Şu an kulağa saçma gelebilir ancak bilinç altıma işleyen bu sözler, sanırım düz bir mantık geliştirmeme sebep oldu. Bu sebeple “akıl gerektiren” mesleklere daha fazla değer vermeye başladım. O zamanlar, “akıl gerektirme” kriterini ÖSS puanına göre ölçüyordum. Ne kadar yüksek puanlı bir yere girersem o kadar iyi bir meslek sahibi olacak ve ailemin takdirini kazanacaktım.
Sayısal yönüm güçlü olduğu için mühendisliklere yöneldim. Elektronik Mühendisliği benim için aklın nirvanası gibiydi:) Çalışkan bir öğrenci olduğum için, ÖSS’de başarılı oldum ve istediğim bölüme girmeyi başardım . Fakat, okula devam ettiğim süre boyunca hiçbir zaman “evet işte yapmam gereken meslek bu” duygusunu hissedemedim. Zihnimde, meslek seçimine dair yerleşmiş paradigmalar o kadar kuvvetliydi ki, okulu yarıda bırakmak benim için tam bir başarısızlık hikayesi olurdu. Ailem ne derdi, eş dost akrabalar ne düşünürdü? Kaldı ki, okulu bırakınca ne yapacaktım? Yapmayı arzu ettiğim başka bir meslek hayalim yoktu ki. En azından Elektronik Mühendisliği geçerli bir meslekti ve yüksek gelir vaad ediyordu. “Mantığımın sesini ” dinledim ve okulumu zor da olsa bitirdim.
Ne yazık ki ülkemizde, ÖSS gibi ilkel teknikler meslek seçiminde çok önemli bir rol oynuyor. 3 saatlik bu sınav, bir anlamda kaderimizi belirliyor. Bunun yanı sıra aileler, çocuklarının meslek tercihlerini, yetenek ve ilgi alanlarına göre değil, gelir potansiyeline göre yönlendiriyor. Dolayısıyla, pek çoğumuz mesleğimizi bilinçli olarak değil, başkalarının yönlendirmesi ve ÖSS puanımızın el verdiği ölçüde yapıyoruz.
Benim gördüğüm 4 grup insan var:
1.Bilinçli meslek seçimi yapanlar ve doğal olarak mesleğini sevenler2.Bilinçsiz meslek seçimi yaptığı halde, mesleğini severek yapanlar3.Bilinçsiz meslek seçimi yapıp, mesleğinden memnun olmadığı halde çaresiz olduğunu düşünüp işine gücüne devam edenler4.Bilinçsiz meslek seçimi yapmasına rağmen bu duruma razı gelmeyip severek yapacağı işin peşinden gidenlerGözlemlediğim kadarıyla 3. gruptakiler çoğunlukta. Belki de ben çok uzun süre bu grupta kaldığım için, algıda seçici davranarak herkesi kendim gibi zannediyorum:)
Esasen okuldan mezun olduktan sonra, iş bulma sürecim gayet rahat oldu. Önce HP Destek merkezinde işe başladım. 1 yıl sonra da Telsim’de Planlama mühendisiydim. 5 yıl burada çalışıp Senior Mühendis olduktan sonra Turkcell’e geçtim. Burada da 5 yıl çalıştım. Ve nihayet 15 yıl önce öğrenciyken alamadığım kararı bu kez aldım ve Ekim 2010'da yüksek gelirli işimden ayrıldım.
Elbette ki bu kararı almak öyle kolay olmadı. Benim gibi, hayatınızın çok büyük bir kısmını iş hayatınız kaplıyorsa karar vermeniz daha da zorlaşıyor. Ayrıca, ne yapmak istediğiniz konusunda da hiçbir fikriniz yoksa, cesaretiniz çok daha fazla kırılıyor. Bu konuya kafa yormak yerine, en mantıklı olan 3. grupta hayatınıza devam etmek gibi görünüyor.
Hayatımın çok büyük bir kısmını iş hayatının oluşturması, karar vermemi zorlaştırdığı kadar, bir yandan da konuyu sürekli gündemimde tuttu. Evli ve çocuklu biri olsaydım ve hayatımın büyük bir kısmını aile hayatım kaplasaydı, belki de iş hayatımda radikal bir değişiklik yapamayabilirdim. İşten eve geldiğimde kafam dağılır ve başka yerlere kanalize olurdum. Ya da tam tersine, evli olsaydım eşim de çalışacağı için finansal meseleler daha kolay çözülebilir ve bu kararı daha kolay verebilirdim. Bilemiyorum. Yaşamadan tahmin etmesi güç.
Bir günümün özeti şöyleydi; her sabah isteksizce kalkıyor ve işe gidiyordum. Akşam ise son derece bitik vaziyette eve geliyor ve canım hiçbir şey yapmak istemiyordu. Televizyon seyretmeye dalıyor ve kendimden kaçıyordum. Hayatımdan memnun değildim ve bunun tek sebebinin iş hayatım olduğunu zannediyordum. “Eğer daha eğlenceli bir işim olsaydı, hayatım daha güzel olurdu” şeklinde düz bir mantığa sahiptim.
Özellikle son yıllarda iş hayatımın umduğum şekilde ilerlememesi ve verdiğim emeğin karşılığında beklediğim geri dönüşü alamamış olmam bu düşüncelerimi daha fazla körükledi.
Tek istediğim, zevk alarak çalışmaktı. O kadar zevk almalıydım ki terfi almışım almamışım umurumda olmamalıydı. Kaldı ki, işini zevkle yapan insanlar için başarı kaçınılmazdır. Ama bu başarının altında, zorlama bir çaba değil, haz alarak çalışma yatar.
O zaman sorulması gereken soru “En çok ne yapmaktan zevk alıyorum?” olmalıydı. Ancak bu sorunun cevabı o kadar kolay verilemiyor. Zira ne bir doğal yeteneğim ne de yaptığım iş dışında herhangi bir eğitimim vardı. Bugüne kadar istikrarlı şekilde devam ettiğim bir hobim bile yoktu. Hem zevk alarak yapabileceğim hem de para kazanabileceğim bu iş ne olabilirdi ki?
Bu arada kişisel gelişim kitapları okuyor ve bazı kurslara katılıyordum. Zihnimde yer alan ve bana hizmet etmeyen düşünce kalıplarının tek tek farkına varmaya başladım. Zayıf ve güçlü yanlarımı kendime samimiyetle itiraf ettim. Hayatımda iyi gitmeyen şeyler için başkalarını suçlamayı bırakıp, hayatımın tüm sorumluluğunu almaya karar verdim. Başarısızlıklarımın tek bir sorumlusu vardı, o da bendim. Bu güne kadar yaptığım hataları objektif bir şekilde ortaya koydum. Ancak kendimi suçlayıp yargılamamaya özen gösterdim. Tam tersine, kendime olan kızgınlıklarımı affederek, kendimle barıştım. Kendimi olduğum gibi, hatalarımla ve sevaplarımla kabul etmeye başladım.
Günün sonunda anladım ki, bugüne kadar kendime gerçekten ne istediğimi hiç sormamışım. Başkaları tarafından belirlenen kriterlere göre seçimlerimi yapmışım. Örneğin en başında meslek seçimimde ailemin takdiri ve başkalarının “vay be!” demesi çok önemliydi. Ya da sonraki yıllarda iş hayatımda terfi etmek istememdeki asıl motivasyon, başkalarının nazarında çizmek istediğim başarılı insan imajımı güçlendirmek ve egomu tatmin etmekti. Halbuki iş tatmini açısından bana en ufak bir fayda sağlamayacaktı.
Karşıdan bakıldığında ise hayatım son derece güzel görünüyordu. Yüksek gelirli iyi bir iş, güzel arkadaşlıklar, aileyle iyi ilişkiler… Peki hayatım bu kadar “güzel” olmasına rağmen neden beni tatmin edemiyordu.
Cevap son derece basitti; kendi “hayatımın merkezinde” ben yoktum. Hayatım boyunca yaptığım seçimlerime baktığımda, hep başkaları tarafından onaylanma, sevilme ve takdir edilme gibi sebeplere dayandıklarını gördüm. Kendime mükemmel bir Esra elbisesi biçmiştim ve bunun içine sığmaya çalışıyordum. Ama bu elbise ya bir yerden sıkıyordu, yada diğer yerden bol geliyordu. Dışarıdan bakıldığında bu elbisenin üstüme oturmadığı pek belli olmasa da, ben bu elbisenin içinde rahat değildim.
Ve sonunda işi bırakma fikri yavaş yavaş olgunlaştı. Hayatımın merkezine kendimi koymak ve kendi seçimlerime göre yaşamak istiyorsam, buna hemen başlamam gerektiğini fark ettim. Beklemek bir şeyleri değiştirmiyor aksine karar vermeyi daha da zorlaştırıyordu. Sabahtan akşama kadar istemediğim bir hayatı yaşayıp, akşam eve gelince hayatımla ilgili yapıcı bir karar almam nasıl mümkün olabilirdi?
Sonuç olarak kendime bir yıl zaman tanımaya karar verdim. Bu bir yıl boyunca kendi iç sesime kulak vermeyi öğrenecek ve sadece seçtiğim şeyleri yapacaktım. Ancak o şekilde gerçekten ne istediğimi anlayabilir ve bundan sonraki hayatım için doğru bir yol çizebilirdim.
İşi bırakma konusunda kendimi ikna etmem yaklaşık 2 yıl sürdü. Riskleri ortaya koydum, sorulması gereken tüm soruları kendime sordum ve cevapları verdim. Risklerin en başında kendimi nasıl finanse edeceğim geliyordu. Açıkçası bu konuda hazırlıklı sayılırdım. Bir süredir ev almak için biriktirdiğim para, beni finanse edebilirdi.
Vermiş olduğum bu kararımın doğruluğu konusunda artık o kadar emindim ki, içimde en ufak bir şüphe bile kalmamıştı. Ben ikna olunca, etrafımdaki herkes kolaylıkla ikna oldu ve bana destek verdi. Eğer içimde en ufak bir şüphe kalsaydı, emin olun ki dışarıda kendini ifade edebileceği bir dış ses bulurdu.
Sonuç olarak, doğru yada yanlış karar diye bir ayrım yok. Sadece kendi kararlarınız ve başkalarının kararları diye bir ayrım var. Başkalarının kararlarına göre hayatınızı kurarsanız, işler kötü gittiğinde “pişmanlık” duyarsınız. Kendi kararlarınızı yaşadığınızda ise işler kötüye bile gitse buna “deneyim” dersiniz.
"Yaşam bir pabuç gibidir, eğer ayağına uyduramazsan bütün ömrün ahh! off! çekmekle geçer." Anonim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder