Ana SayfaastrolojiKmistiKdosyadaKiyaşamdaKisağlıKhaberdeKiKütüphane
Marie, aile bir dağ köyünde yaşayan küçük bir kızdı. Babası iri yarı saçlarının tepesi dökülmüş bir adamdı. Annesi mi? Annesinin yüzünü pek hatırlamıyor… Dört kardeştiler, Marie bu kardeşlerin üçüncüsüydü. Kıraç bir doğada değildi köyleri, bu yüzden baharda çiçek açtığında dağlarda olmaya bayılırdı Marie. Annesiyle babasıyla ve kardeşleriyle olmayı seviyordu orada… Onu oradan tek bir kuvvet ayırabilirdi: Zaman… Zaman ilerledikçe Marie büyüyecek ve köyde adet olduğu halde bir manastıra gönderilecekti. Aslında ne annesi, ne babası istemişti bunu; fakat gelenek böyleydi ve Marie de bu geleneğe uymak zorunda kalacaktı hiç istemediği halde ve günü geldiğinde ayrılacaktı köyünden… Buna mecburdu niye olduğunu anlamasa bile ve de istemeye istemeye kopartıldı dağlarından, çiçeklerinden ve ailesinden…
*****
Hasan, bir buçuk yaşındaydı kreşe gitmeye başladığında… Hiç ama hiç istemiyordu annesinden ayrılmak. Fakat annesi mecburdu onu yollamaya oraya, çünkü çalışıyordu ve başka türlüsünün olmayacağını düşünüyordu. Kalıcı bir çözüm gerekiyordu oğlunun bakımı için ve 1978 yılında da Mersinindeki çözüm Yurdum Kreş’ti… Daha küçücükken başladığı kreşi hiç sevmemişti Hasan. Hiç ama hiç! Fakat her sabah gitmek zorunda olduğunu biliyordu oraya ve gözlerini annesinin gözlerine dike dike ve “Neden beni yolluyorsun?” diye sora sora gidiyordu oraya… Mecburdu, biliyordu ve her sabah istemeye istemeye kopuyordu annesinin kucağından gözlerinden birkaç damla yaş süzülerek…
*****
Korkmuştu bu büyük yapıdan Marie. O sadece ailesinin küçük evini bilirdi, bir de kiliselerini. Fakat manastır o kadar kocamandı ki… Kendini küçücük hissetmişti Marie. 12 yaşında küçük bir kızdı. Dağlarından koparılıp gelmiş ve koca bir taştan binaya kapatılmış küçük bir kız; tıpkı binadaki onlarca kız gibi… Artık geceleri annesinin varlığı yerine yatakhane arkadaşlarının varlığını hissediyordu sadece… Hepsi ürkmüş, hepsi korkmuş onlarca küçük kız…
*****
2.5 yaşında mıydı, yoksa 3 yaşında mı, aslında yaşını bilemiyordu. Tek bildiği o gün annesinin onu o sabah kreşe götürmemiş olmasıydı. Çok ama çok mutluydu. O gün kreşte değil, annesiyleydi. Fakat öğleden sonra 3 gibi annesi bu sefer kendisi götürdü bıraktı kreşe. Müthiş hayalkırıklığı yaşıyordu küçük çocuk. Öğretmenleri onu bir yatağa yatırmışlardı ve o içli içli ağlıyordu. Yine gelmişti o hiç sevmediği yere… Önüne o anda sussun diye verilen kitaba dalmıştı da sonra, aradan 35 sene geçse bile unutamayacaktı o anı o küçük çocuk… Kreş mi? 8 yaşına kadar her sabah yine ayrılacaktı annesinden…
*****
Manastırda sadece ürkmüş küçük kızlar yoktu elbette. Artık oraya alışmış büyük ablalar da vardı ve bu ablalar aslında hiç de masum değillerdi. Lezbiyenlik çok yaygındı orada ve büyük ablalar küçüklerden kendilerine sevgililer ediniyorlardı. Zorla ve istemeseler bile… Sistem böyleydi ve bu sistem Marie’nin tüm yaşantısını değiştirecekti…
Onun “ablası” manastırın en güçlü kızıydı. Herkes ondan müthiş korkardı, çevresinde birkaç “fedaisi” ile birlikte küçük kızlara dehşet saçıyordu ve de gözlerini Marie’ye dikmişti. Fakat ürkek Marie daha nerede olduğunu bile anlayamamıştı ki ve hatta kadın olmanın ne olduğunu bile bilmiyordu ki… Diğer kızlardan öğrenmişti her ay yaşadıklarıyla ne yapması gerektiğini ve de şimdi bu “abla”… Sabah dualarında gözü hep onun üzerindeydi, günlük işler sırasında hep izleniyordu ve yavaştan yavaştan kulağına “Sen onunmuşsun, seni kimselere bırakmayacakmış” sözleri geliyordu; fakat bunun ne anlama geldiğini bile bilmiyordu Marie.
Öğrendiğinde ise bunu pek öğrenmemiş olmayı dileyecekti…
*****
Kreş sadece gitmeyi istemediği bir yer değil, aynı zamanda artık nefret ettiği bir yerdi küçük Hasan’ın. En sevdiği şey tek başına bir odada pencerenin önünde oturup uzun uzun dışarıyı seyretmekti. Herkes yemeğini yerken bile o sadece tek başına oturmayı seviyordu ve öğretmenleri onu yerde sürükleye sürükleye götürüyorlardı yemek yemeye. Gitmemek için dirense bile eninde sonunda yemek zorundaydı o yemekleri biliyordu ve en sona o kaldığı için de öğretmen ona, başka çocukların tabağında kalanları koyuyordu. Niye yemek ziyan olacaktı ki değil mi?
Ayrıca bir 23 Nisan dönüşü, tüm çocuklar kreşte annelerinin gelmesini bekliyorlardı onları almaları için. Çocuklar aç ve susuzdu ve başlarında bir tane öğretmen yoktu. Kreşin masasında bir yarım somun ekmek vardı bırakılmış ve çocuklar korka korka gidip o ekmekten bir parça koparıyorlardı. Evet, dört beş tane çocuk ve bir yarım ekmek ve de 1982 yılının bir özel kreşinden sahneler…
Tabii sadece bu değildi Hasan’ın hayatındaki kabusu. Bir de Gülten öğretmeni vardı sarı saçlı. Çok sertti ve çocukları dövmekten çekinmezdi. Çok korkardı Hasan ondan, hem de çok… Ve bir gün annesi onu Yurdum Kreş’ten alıp, bir başka kreşe verdiğinde Mersin’de çok ama çok sevinecekti küçük çocuk; yaşasın Gülten’den kurtuldum diyecekti… Fakat sevinci çok kısa sürecekti, çünkü aradan birkaç ay geçtikten sonra Gülten o kreşe transfer olacaktı ve küçük çocuk, bir gün annesinin geldiğini zannedip uyku saatinde ayağa kalktığı için Gülten’den tekme sille dayak yerken hatırlayacaktı o sevincinin ne kadar kısa süren bir mutluluk olduğunu… Kocaman odada artık büyükçe olduğu için tek başına yatırılıyordu ve Gülten çok kızgındı. Küçücük bedenin karnına tekme atmaktan bile çekinmiyordu o anda… Nasıl olur da bir çocuk uyku saatinde kalkıp kreş içinde gezebilirdi değil mi ya?
*****
İki kız kollarından tutmuştu Marie’nin ve yatağa bastırıyorlardı. Yatakhanede kimsecikler yoktu, sanki özellikle boşaltılmıştı. Marie çığlık çığlığaydı ama ona bağırmaması yoksa durumun daha da beter olacağı söyleniyordu. Büyük “abla” elinde uzun ve kalın bir çubuk gibi bir şey tutuyordu. Marie daha önce sadece babasını birkaç kere banyoda çıplak görmüştü ve “Abla”nın elinde tuttuğu nesnenin bir erkek penisine benzetilmiş bir tahta parçası olduğunu düşünmüştü. Fakat bu düşüncesi bir saniyeliğine nefes aldırmıştı korkusuna. Şimdi daha da fazla korkuyordu, çünkü “abla” o nesneyi ona sokmaya doğru aşağısına götürüyordu…
O ana kadar Marie hep ablayı reddetmişti. Nasıl yapabilirdi ki böyle bir şeyi? Onlar Tanrı’nın evindeydiler. Hem Marie anlamazdı ki böyle şeylerden… Fakat “abla” sürekli onu taciz ediyordu ve artık reddedilmekten de bıkmıştı. İşte o gece harekete geçmiş ve “fedaileri” ile birlikte yakalamıştı Marie’yi… Marie çok ama çok çaresiz hissediyordu kendisini… Direnmeye çalışıyordu ama sadece çırpınabiliyordu. Kurtulmasına imkan yoktu ve az sonra içine girecek nesnenin acısına hazırlamıştı kendisini…
Fakat o nesne içine girmedi. “Abla” son anda durdu ve korkunç bir ifadeyle bakarak “Bir daha ki sefere acımayacağım ve sokacağım bunu içine, artık benimsin ve direnmeyeceksin” dedi… Marie yaşayacaklarına razıydı artık…
*****
“Burak ne olur bırak beni” diye yalvarıyordu Hasan. Artık büyümüş ve ilkokul 2’ye başlamıştı. Sınıfında Burak adında sevdiği bir arkadaşı vardı, fakat Burak ona zorbalık edip duruyordu. Şimdi de kollarıyla Hasan’ın boynunu yakalamış ve bırakmıyordu. Tüm teneffüs boyunca bu şekilde kalmışlardı. Yalvarmak dışında hiçbir hareket yapamamıştı Hasan. Aradan geçen 30 sene bile bu satırları yazarken o yaşadığı hissi unutmasına engel olmayacaktı. Çaresizce yalvarıyordu, fakat Burak onu bırakmamıştı ve bu çaresizlik duygusu onunla bir ömür boyu birlikte olacaktı…
*****
Marie artık “abla”nın sevgilisiydi, pardon malıydı. O ne yaparsa hiç itiraz etmiyordu ve işin ilginci bundan gittikçe de hoşlanıyordu da… İlk başlarda sadece teslim olmuşken ilerleyen zamanla birlikte o da karşılık verir olmuştu. Hatta şimdi o da geceleri bekler olmuştu… Bu arada zaman ilerliyor ve Marie de büyüyordu…
Derken günlerden bir gün manastıra genç bir rahip geldi ve Marie seremonide gördüğü bu rahipten görür görmez etkilemişti. Güzel bir kızdı da Marie, fakat rahip onunla ilgilenmiyordu. Daha doğrusu rahip etrafına bile bakmıyordu ki… Zaman ilerledikçe Marie seremonileri hevesle beklemeye başlamıştı, rahibini görüyordu. Hatta onunla birkaç kelime etme şansı bile bulmuştu…
Gündüzleri rahibini görse bile, geceleri “abla”nındı ve “abla” da artık onundu. Marie büyüdükçe ve geceler geçirdikçe, ürkekliği geçmeye başlamıştı. “Abla”nın sevgilisi olmak, onun o gücünden yararlanmak hoşuna gitmeye başlamıştı. Korkusu artık sahip olma dürtüsüne dönüşmüştü, özellikle de güce sahip olmaya… Güce sahip oldukça kimse sana yaklaşamıyor ve dokunamıyordu. Güç, “abla”daydı ve o güce sahip olmak için “abla”nın her dediği yapılmalıydı.
*****
Küçük Hasan, top oynamayı çok seviyordu. Futbolu izlemeyi de… Bir gün babası Milli Piyango biletini kontrol ederken, Fenerbahçe’ye çıkmış büyük ikramiye dediğinde, Fenerbahçe adını sevmişti ve böyle de bir futbol takımı olduğunu bildiği için soranlara artık “Ben Fenerbahçeliyim” diyordu. Zaten en sevdiği renk maviydi… Günlerden cumaydı ve ilkokulda merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Burak yanına geldi ve “Sen artık Fenerbahçeli değilsin, Beşiktaşlısın. Tamam mı?” dedi. Hasan, korktuğu Burak’a yaranma arzusuyla “Evet, artık Beşiktaşlı’yım” dedi ve o günden itibaren Beşiktaşlı oldu. İşin ilginci böyle başladığı Beşiktaşlı olma serüvenini çok ama çok sevdi. Hatta aradan yıllar yıllar geçti. Bir gün kahvede Beşiktaş maçını izlerken, küçükken onun boynuna yapışan, korktuğu Burak’la yanyana düştüler, taa ilkokuldan beri ilk defa… “Aha beni Beşiktaşlı yapan adam burada” deyip sarıldı hayatını bu kadar etkilemiş ilkokul arkadaşına. Sonra birlikte Fenerbahçe maçını izlediler. O gün cidden tarihi bir gün olacaktı ve Beşiktaş, Fenerbahçe’yi Kadıköy’de 4-3 yenecekti. İki Beşiktaşlı arkadaş, her golde birbirlerine sarılacaklardı…
*****
Marie çıldırıyordu. Nasıl yapardı böyle bir şeyi ona. Nasıl yapardı! “Abla” nasıl olur da “artık senden sıkıldım” deyip, yeni gelen küçük kızlardan birisini kendine sevgili yapardı. Bu kadar kolay mıydı ha kolay mıydı! Öfkeden yanıp kuduruyordu Marie… Ne yapacağını bilmiyordu, ama bir şeyler yapmalıydı mutlaka, mutlaka…
Aradığı çözüm hiç beklemediği bir kişiden geldi: Başrahipten. Başrahibi hep sevmişti, ona hep yakın davranmıştı. “Sende büyük potansiyel görüyorum” demişti rahip ona, “zamanı geldiğinde anlayacaksın” diye de devam ederdi cümleleri. Marie sevinerek kabul ederdi bu cümleleri, fakat ne anlama geldiğini bilmiyordu… Bir gün öfkeden yanıp kudururken Başrahip’le karşılaştı. Rahip onun yüzündeki ifadeyi gördüğünde hiçbir şey söylemedi ve onu kuytu bir köşeye çekti. “Bu akşam, hazır ol, kimseye bir şey anlatma sakın” dedi. Marie’nin de anlatmaya niyeti yoktu zaten, önemli bir şeylerin arifesinde olduğunu hissediyordu…
Akşam olduğunda rahiple buluştular ve “Benimle gel” dedi. Birlikte manastırdan çıktılar, diğerlerine “Kasabada hasta birileri varmış, ona yardıma gideceğiz” dediler. Rahip onu ormanın içinde bir kulübeye götürdü. Ormanda gezen birisinin bile kolay kolay bulamayacağı bir kulübeydi bu, hatta Marie birkaç kere buradan geçtiğini hatırlıyordu, fakat daha önce kulübeyi fark etmemişti. “Ben neden daha önce görmedim ki bunu” diye sordu rahibe. Rahip gülümsedi hiç de aydınlık olmayan bir biçimde, “öğreneceksin merak etme hepsini” diye yanıtladı.
İçeri girdiklerinde Marie kendisini, yaşamını tamamıyla değiştirecek o mekanda bulmuştu. Duvarlarda türlü türlü şişeler, ne olduğunu bilmediği garip garip maddeler, ortada tahtadan bir masa ve yine yüksekçe bir masa daha vardı. Marie az sonra karanlık büyüye dair ilk bilgilerini almaya başlayacaktı.
*****
Aradan çok uzun yıllar geçmiş; küçük Hasan artık büyümüş, evlenmiş, iki de çocuk sahibi olmuştu. Artık bir yazardı ve ruhsal konularda yazıyordu. Küçüklüğünden beri içinde taşıdığı bazı sıkıntılarının farkındaydı ve bunlara çözüm arıyordu. Nedensiz korkularının, kontrol edemediği öfkesinin, içinde var olduğunu bildiği karanlığının, gücü gördüğünde hissettiği ona yaranma arzusunun… Kendini tanıma yolculuğuna başladığı yıllardan itibaren sayısız çalışmanın içinde yer almış ve içindeki birçok düğümle de yüzleşmişti. Fakat özellikle merak ettiği bir çalışma vardı ki buna regresyon adı veriliyordu. Hasan, hipnozla geçmiş yaşamlara götürülme olarak düşündüğü bu çalışmayı deneyimlemeyi çok arzuluyordu. Evet, ruhsal yolculuğu esnasında nice geçmiş yaşamını hatırladığını hissetmişti, fakat peki ya o zamanlara hipnozla geri döndürülme nasıl bir deneyim olacaktı acaba? Yalnız konu hipnoz olduğu için, kiminle çalışabileceğine bilemiyordu bir türlü; çünkü hassas ve önemli bir konu olduğuna inanıyordu bunun. Aradan zaman geçti derken güvenebileceğini sezdiği birisiyle tanıştı ve tanıştıktan iki sene sonra da artık çalışmaya başlamaya hazırlardı…
Terapiye başlamadan önce Terapist Hasan’a bu çalışma hakkında uzun uzun bilgiler verdi. Regresyonun hiç de öyle hipnozla geçmiş yaşamlara götürme çalışması olmadığını, hele ki ben geçmiş yaşamlarımı merak ediyorum da hadi gidelim şeklinde yapılmadığının altını çizdi. “Her danışanın yapısı farklıdır ve her danışan için farklı teknikler uygulanır. Hipnoz da şart değildir. O gerekiyorsa kullanılan tekniklerden birisidir sadece. Ben karşıma gelen kişinin önce yapısını anlamaya çalışırım. Onu dinlerim, sonra onun sorununa en uygun tekniği kullanırım. Öyle herkes de geçmiş yaşamına gidecek diye bir durum söz konusu değildir. Eğer sorunun kökeni bir geçmiş yaşamsa, evet gideriz oraya. Fakat kişi dirençliyse bu konuda, bu da kolay olmayabilir. Kimisi ise hazırdır ve hemen girer o hayata. Kimisi ise hiç geçmişe gitmez de bu hayatında çocukluğundadır sıkıntısı ve oraya gideriz. Herkese özgün bir çalışmadır regresyon” diye kısaca özetlenebilecek ama en az bir saat süren bir ayrıntıyla anlattı çalışmasını Terapist. Ayrıca bu çalışmaya Dünya çapında sertifika veren kuruluşlardan ve Batı’da bu konunun ne kadar ciddiye alındığından ve kendilerinin de öğrencilerini çok sıkı eğitimlerden geçirdiklerinden bahsetti. “Öyle herkesi kabul etmeyiz, ön elemeden geçiririz, sonrasında uzun bir eğitim süreci vardır, sonra bize vaka örnekleri sunarlar, ancak öyle regresyon terapisi yapma sertifikası alabilirler. Biz de onlara danışanları yönlendiririz. Bu çok değerli bir çalışma, fakat gerçekten hakkıyla yapabilen çok az kişi var. Hiçbir eğitimi olmayan kişiler de ben regresyon yapıyorum diye ortaya çıkabiliyorlar, fakat bu çok riskli. Karşınıza öyle vakalar geliyor ki değil onu düzeltmek daha beter edip bırakabilirsiniz. Benim şahsen 3000’den fazla vakam oldu ve neler nelerle karşılaştım. Ben onlarla çalıştım ve çalıştıkça da ben de çok değiştim ve geliştim. Birbirimize çok şeyler kattık danışanlarımla… Fakat bu ara artık danışan kabul etmiyorum, çünkü yetişemiyorum taleplere. Bu yüzden öğrencilerime yönlendiriyorum onları. bu yüzden adımı vermezsen sevinirim eğer bu çalışmayı anlatmayı düşünürsen.” diye devam etti Terapist sözlerine. Bu konuşmalardan sonra artık hazırlardı başlamaya…
*****
Küçük ve ürkek Marie, artık korkulan ve gittikçe güçlenen bir “Abla”ya dönüşmeye başlamıştı yeni öğrendiklerinin de etkisiyle… Gün geçtikçe manastırdaki kızlar üzerindeki egemenliğini arttırıyordu ve zaten eğitmeni Başrahibin kendisi olduğu için, ona karşı koyabilecek bir kişi de yoktu. Başrahip, zamanında gezgin bir çingeneden öğrendiği bu karanlık ilme dair bildiği her şeyi öğretiyordu öğrencisine ve öğrencisinin çok daha ötelere gideceğinin farkındaydı… Marie’nin içinde, gücünü aldığı karanlık gittikçe yoğunlaşıyordu ve yoğunlaştıkça gücü daha da fazlalaşıyordu. Artık korkulan güçlü birisiydi ve bundan çok keyif alıyordu ve de alınması gereken bir intikamı vardı… Ki fena halde de aldı. “Abla”nın canına okudu Marie. Önce ona rakip oldu, sonra bertaraf etti ve sonra da onu yeryüzünden sildi. “Abla”yı yaşayan bir ölüye çevirdi. Kız artık hangi dünyada olduğunun farkında bile olmayacaktı ve üzerinde öyle çalışmıştı ki Marie, bu durum “Abla” ölüp de bedeninden ayrıldığında bile değişmeyecekti…
*****
Çalışmaya başlamadan önce sormuştu Terapist: “Biz regresyon çalışmasında belli bir sorunu ele alır ve onun üzerine gideriz. Seninle neyin üzerine çalışmamızı istersin?” Hasan da ilk seansta “Öfke ve korkularım için çalışalım, şu anda karnımda bir yoğunluk hissediyorum, oradan hareket edelim mi?” demişti. İlk seansın da bu konu üzerine döneceği düşünülürken bambaşka bir durum ortaya çıkmış ve çözülmüştü. Kendisine ait olmayan anıları kendisininmiş gibi zannettiği, çünkü enerji alanında başka bir enerjinin olduğu ve onunla vedalaşması gerektiği gibi bir senaryoyla karşılaşmışlardı. Bu vedalaşma onu çok rahatlatmıştı, fakat öfke ve korku hali hafiflemekle birlikte devam ediyordu içinde… İkinci seans için Terapistinin karşısında otururken karnı ağrıdan kıvranıyordu artık Hasan’ın. Resmen ağlayacaktı acıdan… “Bu sefer ilişki kalıplarım üzerine çalışalım. Neden hep benzer insanları kendime çekiyorum. Neyi göremiyorum? Neden hayatımda hep baskın karakterler etkin? Bunun üzerine çalışalım lütfen” dedi ve Terapist de çalışmaya başladı. İlk birkaç dakikadan sonra Hasan yerde uzanmış yatıyor ve bağırıyordu hızlı hızlı nefes alarak… “Doğuruyorum ben doğuyorum ve canım çok yanıyor…”
*****
Marie çığlık çığlığaydı. Canı inanılmaz yanıyordu. Birkaç rahibe onun başındaydı ve bu “günah çocuğu”nun gelmesine yine de yardım ediyorlardı. Manastırda bir rahibe doğuruyordu ha! Zaten inanılmaz olan bu sahne, az sonra yaşanacaklarla daha da kararacaktı. Marie son bir büyük çığlık attı ve içinden bir parçanın dışarı çıktığını hissetti. Rahibeler dışarı çıkanı gördüklerinde müthiş bir korkuyla bakmaya başladılar. Kimse bebeği eline almıyordu. Dualar edip haç çıkarıyorlardı. Herkes müthiş korku içindeydi ve sonra kaçmaya başladılar. Marie masada bacakları açık biçimde yatıyordu, göbek kordonu bile kesilmemiş bebeğiyle birlikte…
*****
“Babası olan rahibi görüyorum bir ara ama sadece bir ara. Artık hiç gücüm yok” diyordu Hasan, yerde halsiz bitap yatarken çalışma esnasında. Birebir yaşamıştı o anı ve o doğumu ve şimdi de ölümü yaşıyordu. “Canım gidiyor, gidiyor, gidiyor…” derken bedeninde müthiş bir gevşeme oldu ve Terapistin odasındaki halının üzerinde kendini salıverdi hepten…
*****
Marie ölmüştü. Bedeninden ayrılmıştı, çok hafiflemiş ve rahatlamıştı. Fakat halen o dünyayı izliyordu. Kendi bedenine baktı, sonra da bacaklarının arasında yatan yaratığa…
*****
Terapist “Hadi istersen biraz daha öncesine gidelim bu olayların, anlatsana bana neler görüyorsun?” diye sora sora yönlendiriyordu Hasan’ı. Hasan da anlatıyordu Marie’nin hikayesini ayrıntılarıyla… “Sonra bir gün pederi yakaladım odasında… Benden hoşlandığını biliyordum, yıllar geçmişti aradan ve benim ona ilgimle, onun bana ilgisi kesişmişti. Tabii o bir Tanrı adamıydı, harekete geçemiyordu. Biraz dürtülmesi lazımdı ve ben de ona tecavüz ettim.” diye anlatıyordu Marie, Hasan aracılığıyla… Dördüncü seferki birleşmelerinde ise hamile kalmıştı Marie ve çok karanlık bir çalışma yapmıştı bebeği üzerinde… Onun kendisi gibi güçsüz olmasını istemiyordu ve bu yüzden “Karanlık Ejderha” denen bir büyüyü yapmıştı çok ama çok güçlü olması için… Fakat bu büyünün büyük riskleri de vardı ve nitekim de çocuğu deforme etmişti; onu canavarlaştırmıştı ve bu da Marie’nin ölümüne sebep olmuştu…
*****
Ölümü de rahatlatmamıştı Marie’yi ama… Evet hafiflemişti, ama dünyaya da hapsolmuştu. Öldüğünü hissediyor ama bir türlü geçişi yapamıyordu. Karanlık bir kafes içinde kapalı gibiydi. O manastırdan çıkamıyordu bir türlü…
*****
“Bak bakalım, öldüğünün farkında mısın?” diye sordu Terapist. “Farkındayım ama bir türlü çıkamıyorum ki ölümsüz olma adına bir çalışma yapmışım ve o da beni buraya hapsetmiş. Hareket bile edemiyorum” diye yanıtladı Hasan.
*****
“Artık bitti, bu geçmişte kaldı. Sen artık öldün ve rahatlayabilirsin. Bütün bunlar bitti. Hadi artık buradan çıkabilirsin” diyen bir ses duydu Marie. Nereden geldiğine dair hiçbir fikri yoktu o sesin fakat sesi duydukça hafiflediğini hissetmeye başladı. Üzerindeki betonlaşmış karanlık blok açılıyordu yavaş yavaş ve içeri ışık girmeye başlıyordu gittikçe. Derken karşısında “Abla”yı gördü. Harap bir haldeydi, toparlak olmuş duruyordu. Değil öldüğünün, çevresinin bile farkında değildi. Az sonra aynı ses ona seslenmeye başladı. O da hafiften hareketlendi ve daha da fazla, daha fazla. Sonra annesini ve babasını gördü Marie, sonra da başrahibi ve rahibi… Birazdan hepsi birden parlak ışıklar saçan varlıklara dönüştüler. Üzerlerindeki ağırlıklar gitmişti… Senaryo tamamlanmıştı. Artık selam vermeye hazırlanan oyuncular gibilerdi. Birbirlerinin kim olduğunu görüyorlardı, yüzlerinde başarmanın verdiği mutluluğun ifadesi vardı. Harika bir senaryo yaşanmıştı ve artık hepsi gitmeye hazırdı. Yavaş yavaş hepsi birer birer kaybolurken, Marie’nin kulağına bir davul sesi gelmeye başladı…
*****
“Şimdi sana davul çalacağım ve bu davul sesi süresi boyunca da artık onunla vedalaşacaksın, Hasan. Artık bu senaryo tamamlandı. Senin de onunla vedalaşma vaktin geldi. Hadi bakalım, başlıyoruz…” deyip vurmaya başladı Terapist elindeki şaman davuluna…
*****
Marie bir anda kendini bir başka bedende buldu. Bir erkek bedeniydi bu. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama ona bağlı olduğunu hissediyordu ve hatta ona düğümlenmişti… Davulun ritmi eşliğinde ondan ayrıldığını hissetmeye başlıyordu. Birer bire ayrıldı o bedenden. Önce karnından çıktı sonra yavaş yavaş tüm bedenden… Arkasına dönüp baktığında karşısında uzun boylu, iri bir adam bedeni gördü. Yerde halıda uzanmış yatıyordu ve başında bir adam elindeki davulu ona çalıyordu. Davulun sesi büyülü gibiydi ve Marie’nin parçaları o bedenden ayrıldıkça, yerdeki beden titriyordu. Marie bir anda kim olduğunu anladı. O bir başka bedendeki kendisiydi…
*****
Hasan’ın yerde titremeleri bitmişti. Tepesinde ona bakan kadını hissediyordu. O kadın kendisi olduğunu biliyordu. Bugüne kadar birçok geçmiş yaşamımı gördüğümü düşünmeme rağmen, senin varlığını hiç hissetmemiştim. Beni bu kadar etkilediğini bilmiyordum. Ama artık tamamlandı Marie. Huzura kavuşabilirsin, huzura kavuşabiliriz. Bitti dedi ve Marie ile olan son bağları da koptu… Marie de ona son bir kere baktı ve kaynağına gitti…
Hasan gözlerini açtı ve üzerinde müthiş bir hafifleme hissediyordu… Terapistine baktı ve dudaklarından şu kelimeler döküldü: “Vay be! Bu neydi böyle…”
*****
Çalışmanın ardından Terapist ile oturup yaşananları değerlendirmişlerdi. “Çok ilginç, çünkü öncelikle çıkanlar kurban rolündeki hayatlar olur. Fakat burada hem kurban, hem gölge hayat ikisi birden çıktı ve senin hayatını ne kadar etkiliyormuş bu geçmiş hayatın…” dedi Terapist. Zaten çalışma esnasında da o hayatla bu hayatındaki bağlantıları görmüştü Hasan. Hatta bazen yazdığı yazılarda bile “Karnımda karanlık bir ejderha var sanki” ifadesini kullandığını söyledi Terapiste, “fakat bunun gerçek anlamıyla böyle olabileceğini düşünmemiştim” diyerek güldü. Yaşadığı korkunun, öfkenin, güç arzusunun, güçlü olana yaranma arzusunun, karanlığa olan yatkınlığının ve sürekli olarak hayatına baskın karakterler çekmesinin temel sebepleriyle bir anda karşılamıştı o… Karşılaşıp yüzleşmek de tıkalı olan düğümleri açıyordu. Bu noktada terapist ise bu bilgiyi danışanın hayatında nasıl bir yeniden çerçeveleme yapacağı konusunda yönlendirme açısında çok önemliydi. “İsteyen herkes geçmiş yaşam görebilir, fakat bununla ne yapacaksın? Eğer bu bilgiyi alıp, danışan için değerlendirebiliyor ve onun sorunlarını çözmede yardımcı olabiliyorsan tamam. Ama yok ben sadece geçmiş hayatımda kimdim diye bakınıyorsan, bunda ben yokum, ben öyle kişilerle kesinlikle çalışmam. Çünkü bunun bir faydası olmaz kişiye… Ayrıca kazdıkça çıkar, kazdıkça çıkar yeni yeni yaşamlar. Önemli olan bugününe ne faydası oluyor. Seninle birkaç kere daha çalışacağız ve gittikçe daha hafiflediğini hissedeceksin. Üzerindeki ağırlıkları kaldıralım ki bu dünyada daha rahat hareket edebilesin ve yapmak istediklerini daha kolay gerçekleştirebilesin. Ama şunu da bil ki yolculuk sürüyor ve her zaman yeni düğümler karşına çıkabilir çözülmesi ve böylece senin gelişmen gereken. Bu şekilde yaşıyoruz aslında bir yandan dünyayı… Böyle gelişiyoruz bizler. Ruhsal gelişim demek, ruhun gelişmesi anlamına gelmiyor bu arada. Ruh zaten gelişmez ki o muazzam bir şey. Bizler bu çalışmalarla kendi beyin ve sinir sistemimizi geliştiriyoruz ki dünyada ruhu daha fazla hissedip yaşayabilelim. Ruhsal gelişim dediğin bundan ibarettir. Bedenimizin ruhu daha fazla hissedebilme kapasitesini arttırmak çabası… İşte ben regresyonu bunun için kullanıyorum…”
*****
Sabah saat 7’de açıldı gözleri Hasan’ın… İçinden bir ses dün yaşadıklarını yazması gerektiğini söylüyordu ona. Belki de Marie’nin kendisiydi. Belki de hikayesinin bilinmesini, görülmesini istiyordu. Sabahın bu saatinde kalkılır mı yahu dedi Hasan içinden ve gözlerini kapattı. Fakat bir şey içinden onur dürtmeye devam ediyordu ve aniden yataktan fırladı. Hemen duşunu yaptı ve bilgisayarının başına geçti… Klavye sesi yankılandığında odada ekrandaki imleç şu satırın yanında yanıp sönüyor ve sonraki harfleri bekliyordu: “Marie, aile bir dağ köyünde yaşayan küçük bir kızdı…”
Okunma 4065 defa Son Düzenlenme Perşembe, 30 Ocak 2014 10:1118 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise evlenip İzmir'e yerleşti.
2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu.
Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder