En güzel aşk şarkılarını diniliyorsunuz. Aşkı şarkılardaki gibi sanıyorsunuz. Sonra bir de kalkıp, aşkınızı şarkılardaki gibi yaşamaya çalışıyorsunuz. Aldanıyorsunuz. Kandırılıyorsunuz. Ama maalesef siz bunu bilmiyorsunuz.
Dünyanın diplomatik metinlerdeki gibi olduğunu düşünüyorsunuz. Şafak saatlerinde imzalanan ve şampanyalı sabah kahvaltılarında kutlanan uluslararası anlaşmaların geçerli olduğunu ve dünyaya nizam verdiğini sanıyorsunuz.
Şaşırmamak lâzım, siz aşkın da şarkılardaki gibi olduğunu düşünüyorsunuz.
Siz neden her şeye inanıyorsunuz? Mecbur musunuz? Acaba kandırılmaktan hoşlanıyor musunuz?
Siz neden aşkınızı şarkılarda geçen sözlerle yaşıyorsunuz ve siz neden dünyayı anlaşmalarda geçen deyim ve tabirlerle algılıyorsunuz?
Bana “gri kaldırımların cam kırığı ızdırabını yüreğe basarak, yârin kömür karası zülüflerini, serin rüzgârda, bir ceylanın su içişi gibi hissetmeyi” gösterebilir misiniz? Gösteremezsiniz.
Siz neden aşklarınızı kendi kelimelerinizle yaşamıyorsunuz? Kendi kelimeleriniz yok mu?
Pekiyi siz, “tam üyelik için müzakerelerin başlaması için belirlenecek müzakere tarihinin saptanması için tarih verilmesini” tarif edebilir misiniz?
Siz neden dünyayı kendi kelimelerinizle algılamıyorsunuz? Kendi kelimeleriniz yok mu?
Bir güçlüğünüz mü var?
Kıbrıs için telâffuz edilen “bâkire doğumun” resmini yapabilir misiniz? Ya da “uluslararası toplumu” gösterebilir misiniz?
Neden gösteremezsiniz? Bunların olduğuna inanıyorsunuz ama. Tıpkı “uçan turnaların yârinize selâm götüreceğine” inandığınız gibi...
Siz hiç kendinizden geçerek dinlediğiniz şarkılarda ve türkülerdeki “kar yangınını” gördünüz mü? Veya “sarı saçlarını göğsüme bağladım, çözemedim çözülmüyor Mihriban’da” bahsi geçen Mihriban’ı?
Aklınızdan hiç “adam Mihriban’ın saçlarını niye ve nasıl göğsüne bağlıyor, sonra da neden çözemiyor” geçti mi? Geçmez tabii.
Zâten sizin aklınızdan “hiç kimsenin yağmurun bile böyle küçük elleri yoktur” mısraı için “nasıl yani” sorusu da geçmemiştir, ne de “Irak nasıl özgürleştiriliyor” sorusu da.
Ama aşık olduğunuzda içinizde “kor kor alevlerin yandığını” hissedersiniz, şarkı öyle diyor ya. Yeri geldiğinde “sınırların değişmezliği prensibine de” inanırsınız, “gülün solan yaprağı” için, gönlünüze dolan hazan” için ve “harap olan bir ömür” için bütün suçu “Leyla’ya” çıkardığınız gibi.
Siz ki “kalbinizin işine son verirsiniz” ve siz, siz “acılarınıza tutunursunuz” ve muhakkak “kar tanelerinin başınızın üzerinde alıcı kuşlar gibi dönüp durduğuna” inanırsınız, elbette “ulusların kendi geleceğini tayin hakkına” da, “egemenlik devrine” de itirâz etmeyeceksiniz.
“Namelerin feryadını” ve “kalbinizin isyanını” duyuyorsunuz da, “Hiroşima’ya atom bombasının atılmasının” gerekçesi olarak, neden “savaşın uzun sürdüğüne” inanıyorsunuz.
“Batan gün kana benziyor, yaralı cana benziyor” da, Abu Garip’te, Felluce’de, Necef ve Kufe’de olanlar sizce, sadece habere mi benziyor?
“Bülbülün güle sevdalanabildiğine” de, “yârin kirpiklerinin ok ok sineye battığına” da itirâzınız yok, olmayabilir, ama sizin neden hiçbir şeye itirâzınız yok? Mecbur musunuz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder