30 Temmuz 2012 Pazartesi

Hoş geldin ya şehri Ramazan!


Ramazan ayı
Kuranda Ramazan ayı için diyor ki:


İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur'an onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şahid olursa artık onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidayete) ulaştırmasına karşılık Allah'ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz. (Bakara Suresi 185)


Bu ayda yapılan tüm ibadetlerin karşılığı kat kattır! Ramazan ayı bereket ayıdır.
Bu yüzden bu ayı fırsat bilmeli elden geldiği kadar dua edip Allahı zikretmeli...




Çok şükür Bir Ramazana daha kavuştuk... Sadece bir gün kaldı. Allah layıkıyla değerlendirmeyi nasip etsin inşallah!


Ben Ramazanda neler yapıyorum?
Her Ramazan geldiğinde büyük bir heyecanla hazırlanıyorum... Öncesinde temizlikle başlıyorum işe.. Önce evimi sonra kendimi. Maddi manevi, fiziksel ruhsal! Tüm özel bulduğum zaman öncesinde yaptığım gibi..


Ramazan içerisinde de bol bol Tesbihler çekiyorum mesela,
Kuran okuyorum {Türkçesinden}, şükür namazı kılıyorum...
Bu Ramazan toplu Esma çalışmalarımız olucak onun içinde ayrı bir heyecanlıyım ayrıca.

Sonra İftar davetlerimiz oluyor sıklıkla hatta bazı dostlarla sahura kadar sarkan-ki onlara bayılıyorum, Hem iftar daveti vermeyi hem de gitmeyi:)


Ve tabi ki de orucumu tutuyorum mutlaka. İnsanın nefsini nasıl bir terbiyedir o! Son zamanlarda orucun vücuda faydaları ile ilgili araştırmalar da ilerleyen günlerde bir post konusu olsun bakın.


İşte böyle seviyorum Ramazanı ben çokça..

Ve benim çok üzüldüğüm eklemek istediğim mevzu şu, Allah aşkınıza "neredeee o eski Ramazanlar-Bayramlar"la başlayan uzuun cümlelerle hikayeler anlatmayı bırakıp Sırf işimize rahatımıza geldiği için koskoca bir Tarihi, Örf- Adet ve Geleneklerimizi heba etmeyelim istiyorum.


Bize ait güzellikler bunlar ve bu özel günlerin yaşatılması içinde ben kendi adıma elimden geleni yapmaya çalışıyorum...
Ben özel olarak kutlanan tüm günleri- içine ruh katılan her şeyi çok seviyorum.
Ramazanı seviyorum, Bayramları seviyorum, Yeniyıl kutlamalarını, Yıldönümü, Doğum günü vesaire..
İnanın bana tüm bunlar yaşamın içerisine heyecan katan renkler!
O renkleri soldurmayalım-ki yaşam sevincimiz solmasın.



kaynak
Devamını Oku »

29 Temmuz 2012 Pazar

"Eş"ruhunuzla İlişki Yürütme Sanatı

Artık kollarınızda bir kedi veya ayıcık değil; bir adam yatıyor. Bazen gecenin bir yarısında uyanıp ona şaşkın şaşkın bakıyorsunuz aklınızdan “sen gerçek misin?” düşünceleri geçerken… Binlerce yıldır süren yalnızlığınızın sonunun geldiğine inanamıyorsunuz… Hadi itiraf edin, ışık görmüş tavşana döndünüz değil mi? Arama bulma kaybetme ve kendine acıma döngüsünde uzmanlaşmıştınız da şimdi bu yeni topraklarda kendinizi yabancı gibi hissediyorsunuz, öyle mi? Hadi gelin biraz da bu bilmediğiniz toprakları karışlayalım birlikte.
Sen Gerçek misin?





Evet, yanınızda yatan bu insan gerçek. Kanlı canlı bir insan, tıpkı sizin gibi. Ama kesinlikle mükemmel birisi değil! Onun da hataları, acıları, kendine acımaları, şaşkınlıkları, eksiklikleri var; tıpkı sizin de olduğu gibi. Siz ona gece kalkıp “Gerçek misin?” diye sorarak baktıktan bir süre sonra, o da kalkıp aynı bakışlarla bakıp, aynı soruyordur emin olun. Şunu kavramanız çok önemli, sizler birbirinizin kurtarıcısı değil; yol arkadaşlarısınız. Hayat yolculuğunda yanyana geldiniz ve elele yürüyorsunuz. Bu elele tutuşma çok uzun da sürebilir, çok kısa da; ömrünüzün sonuna kadar da gidebilir, birkaç ay sonra da bitebilir… Bunun ne kadar süreceği öncelikle önemli değildir aslında, ilişkiler ruhlar birbirlerine verebilecekleri ve paylaşabilecekleri sürdüğü kadar sürer. Bu bizim için can sıkıcı bir bilgi olabilir, çünkü biz “hep” sahip olmak isteriz; ama evren böyle işlemez maalesef. Eğer bir birliktelik ruhlara bir şeyler katmamaya başlamışsa ve yolların ayrılma zamanı gelmişse ayrılırız ki yeni deneyimler bizleri bulsun ve yaşamımızın zenginlikleri artsın. Bazen birliktelik o kadar zengindir ki yaşam boyu sürebilir, ama bu, bir “ideal” değildir. Konu yaşam olduğunda “idealler” insanı sadece kısıtlarlar. Bir kişiyle altmış seneyi veya altı kişiyle onar seneyi dolu dolu geçirebilirsiniz. Burada püf noktası “dolu dolu” geçirmektir, geri kalan kısmı ruhunuzun yolculuğunu nasıl sürdürmek istediğine göre gelişecektir. Ayrıca emin olun “sonsuza kadar” çok uzun bir süre. Hem de çok! Bu evren de aklınızın alamayacağı kadar geniş. Her ne kadar üzerinde uzlaşma olmasa da şahsen ben zamanın ve evrenin farklı dönem ve yerlerinde, birbirinden renkli rollerle bulunduğumuza inanıyorum, yani yaşam yolculuğumuzun sadece bu hayatla sınırlı olmadığını düşünüyorum. Ama sonuçta bizim elimizde kesin olan bir bilgi varsa, şu anda elimizdeki hayata sahibiz ve onu güzelleştirmektir amacımız.
Peki Ya Kaybetme Korkusu?
Kendi içinde tümlenmemiş insan kaybetme korkusu yaşar, çünkü karşısındaki insan onun eksik taraflarını dengeliyordur ve geçici bir tümlenme hissi yaşamaktadır kişi. Bunu da kaybetmek istemez haliyle, ama eninde sonunda korktuğuyla yüzleşecektir; çünkü evren kişinin kendi içinde tümlenme yaşamasını ister. Ayrıca da hiç kimsenin enerjisi sürekli olarak başka bir varlığı tamamlamaya yetmez. Eninde sonunda yollar ayrılacaktır; hem karşıdaki yorulduğu için, hem de kişinin kendini geliştirme fırsatı adına kadersel olarak. Ben geçen yazımda size tümlenmenin yolunu anlatmıştım. İnsanın kendisiyle, gerekirse bağıra bağıra, yüzleşmesidir tümlenmenin en temel şartı. Bunu yaptığınızda da zaten hayatınıza girecek veya mevcut olan kişiler potansiyel kurtarıcı veya tamamlayıcı rolünden çıkarak yol arkadaşlarınıza dönüşürler. İşte o zaman daha doyurucu, keyifli, kasmayan ilişkiler yaşanır. Böyle bir ortamda da zaten korkunun yeri olmaz; zaten eğer korku varsa aşk yoktur maalesef. “Onu çok seviyorum ve bu yüzden kaybetmekten korkuyorum” bir illüzyondan ibarettir. Çok sevmek, kaybetmek korkusuyla birlikte yürümez. Hayatın onunla olduğun zamanlarında, onunla birlikte dolu dolu yaşamayı hissettirir. Hiçbir beklenti; “seni seviyorum ama sen neden benim istediğim gibi davranmıyorsun?” tavrı; ego çatışması; birbirinin yaşamına müdahale hali ve en önemlisi sahiplenme yoktur. İki yol arkadaşı birlikte yürüyordur ve öyle mutludur ki o anda zaten başka “özel” birisinin varlığına ihtiyaç duymazlar. Bir başkasıyla olmama sebepleri, hayatlarında sevgilisinin zaten olduğu ve ona karşı sorumlulukları bulunduğu için değildir. Kişi öncelikle kendisiyle olmaktan, sonra da o yol arkadaşıyla yaşamı paylaşmaktan o kadar mutludur ki, bir başkasının “özel” olması ihtiyacı içinde değildir. Birliktelik, zorlamalarla değil; seçimlerle birlikte yürür. Böylesi ilişki de ancak kendisiyle mutlu olmayı başarabilenlere nasip olur.
Karşımızdaki Hiç Hata Yapmaz mı?
Sen hiç hata yapmaz mısın, hanımkız? Karşındaki yıllardır beklediğin kişi olabilir ve sonuçta o da bir insandır. “Hata” olarak nitelendirilen, ama esasında senin doğrularına ters gelen davranışları olabilir. Hatta o bunun farkında olmayadabilir; çünkü onun doğrularına göre de yaptığı onun doğalıdır. Hadi gel kavramsal tartışmalara girmeden sana bir mükemmelik yüzdesi vereyim ben de rahat et hayatın boyunca: Mükemmellik %100 değildir, %80’dir. Her insana %20 esneme pay bırak. Bir insan ilk başlarda sana %100 mükemmel gelebilir, ama eninde sonunda bir “hata” yapacaktır ve sen o insana esneme payı bırakmamışsan, derin hayalkırıklığı içinde o insanla ilişkini zedeleyeceksindir. Hatta daha da keskin davranıp, ilişkiyi kesmeye yelteneceksindir. Bir iki üç derken, gelirsin bir yaşa bakmışsın ki çevrende kimse kalmamış. Keza aynı oranı kendine de ver. Kendin de %100 olamazsın hiçbir zaman. %80 iyi bir orandır. Sana büyük gelişme şansı tanır; kafanı gözünü çarptığında, bir de kendini dövmeye başlamazsın “ben bunu nasıl yaptım?” diyerekten. Hele ki ikili ilişkilerde ise böyle bir esneklik candır. Ayrıca bunun üstüne karşındaki insanın sana batan davranışlarını inceleyip, kendi içindeki tepkileri gözlemleme şansın olursa ruhsal olarak da çok gelişirsin. Çünkü karşımızdaki insanda kızdığımız ne varsa aslında bizden kaynaklanır. Karşınızdaki, o hareketinizle nerenizdeki yaraya basıyor ki siz de canınız yandığı için ona kızgınlık hissediyorsunuz? “Yandaki masadaki kıza baktı, ben yanındayken bunu nasıl yapar?” Peki sana bu cümleyi şöyle çevirsem: “O masadaki kız benden güzel mi de ona bakıyor. Off zaten güzel değilim. (Bir kademe derine) Güzel değilsem, sevilemem. (Bir kademe daha) Ben sevilemem. (Daha da derine) Ben sevilmeye layık değilim.” Ve biliyor musun ruhlar birbirlerinin hayatına girerken birbirlerini de çok geliştirme sözü verirler içsel olarak. Seni kendini sevmezliğinle yüzleştirecek bir ruh hayatına mutlaka girer ve bunu da seni en kızdıracak biçimde yapar ki sen duruma ayıl da kendi içindeki yarayla karşılaş diye. Yarayı tespit ettiğin anda onu şifalandırma sürecini de başlatabilirsin çünkü ve eğer bunu yapabilirsen, enerjin değişecektir ve karşındaki kişi ya yanında kimselere bakmaz olacaktır; ya baksa bile sen buna cidden güleceksindir ya da artık sana verebileceği bir şey kalmadığı için hayatından çıkacaktır ve yerine başkası gelecektir. Olasılıklar sınırsızdır evrende ve herşeyin temelinde keyifli bir yaşam deneyimi sürmek vardır.
Aşk Sonsuza Kadar Sürmez mi Yahu?
“Ne kadar gıcıksın ya, Hasan. Ülen yıllardır bekle bekle bir hal olduk da birisi çıksın gelsin diye, şimdi gelmiş o kişi sen bana neler anlatıyorsun. Desene yahu şöyle elele dizdize birlikte yaşlanırsınız, ömür boyu ayrılmazsınız, onun gözü benden başkasını görmez, ömrünün sonuna kadar aynı aşkla bakar, sonsuza kadar birlikte yaşarsınız diye. Gelmiş bize vık vık diziyorsun lafları…” diye saydırıyorsunuz da ben de burada “Twilight” yazmıyorum hani. “Sonsuza kadar aşk” vampirseniz oluyor da işte aynı adamları gerçek yaşamda görüyoruz. Kristen Stewart ve Robert Pattison ne kadar mutlu bir çift sorgulanır. Ayrıca evet aşk sonsuza kadar sürer mi? Sürer; ama konu ilişkilere geldiğinde, işte orası şenlikli bir bölgedir. Dünyanın en iyi iki insanı olsanız bile ilişkiniz olağanüstü olmayabilir, hatta yürümeyebilir. Ama tam tersi fıstık gibi yürüyebilir de. Bu sizin vereceğiniz emeğe bağlıdır. Tıpkı çiçek yetiştirmek gibidir bu. Çiçekçiden ilk geldiğinde çiçek çok güzeldir de kendi haline bırakırsanız solar gider; ama sizin çiçeklere olan aşkınız hep sizinle birlikte varolur. “Emek” deyince de yanlış anlaşılmasın. Kadınlar ilişkide “emek” sözcüğünü “benim istediğimi yaparsan, bana ilgi gösterirsen bu ilişki güzelleşir be adam” şeklinde kendilerine yontmaya çok muktedir davranırlar veya sürekli aşırı verici olarak adamı boğarlar. Nefes almak vermek gibidir bu: Ne kadar alırsan o kadar vereceksin; ne kadar verirsen o kadar da alacaksın. Bu dengeyi bozduğun anda şişmeye veya yorulmaya başlarsın. Ayrıca kendi içsel bütünlüğünü yaşayan insanların ilişkisinde “özel” bir çabaya gerek yoktur, bu “emek” kendiliğinden gerçekleşir. Siz evinizdeki çiçekleri görev icabımı sularsınız, yoksa onlar zaten sizin yaşamınızın bir parçası oldukları için mi? İlişkilerde böyledir işte, eğer karşılıklı akış varsa büyür ve gelişir; tek taraflıysa bir süre sonra diğer tarafı şişirir ve patlatır. Bu dengeyi kuramazsanız birbirinize teşekkür eder ve yolunuza devam edebilirsiniz ama kurabilirseniz; sonsuz aşkınıza, harika bir de ilişki ekler ve birlikte keyifli bir yaşam yolculuğu sürebilirsiniz. İşin temel denklemi bu kadar basit!

(İlk Yayın: Cosmopolitan)

kaynak
Devamını Oku »

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Haziran 2012 Gökyüzü Enerjilerinin Ruhsal Etkileri

20 Mayıs’ı 21 Mayıs’a bağlayan gece gerçekleşen İkizler burcundaki yeniay ve Güneş tutulmasının tetiklemesiyle  İkizler burcuna girdik ve 21 Haziran’a kadar devam edecek olan İkizler dönemi içindeyiz. 21 Haziran’da ise gündönümü ile Yengeç burcuna geçeceğiz.

Mayıs ve Haziran ayları oldukça hareketli ve hem dış dünyada, hem iç dünyamızda hissediyoruz bu göksel hareketliliği.

İkizler döneminin enerjileri, 19 Haziran’da İkizler burcunda gerçekleşecek olan ikinci bir yeniay ile bir kez daha tetikleniyor. Yani, bu burca girerken bir yeniay ve tutulma deneyimledik, bir de çıkmaya yakın sadece yeniay deneyimleyeceğiz. Evrensel döngüler bu güçlü enerjileri ve yeni açılan bilgileri, yeni başlangıçları içselleştirmemiz için destek veriyor bize adeta.

Venüs retrosu 27 Haziran’a kadar devam ediyor ve ruhsal bir şifa dönemindeyiz bu anlamda, daha önce paylaştığım gibi. Ancak her şey tozpembe değil tabii ki, şifalanma bireysel gayret gerektiriyor. Dişi enerji zorlanıyor, geriliyor, ufluyor, pufluyor bu günlerde. Venüs döngüsü ve geçisi zorladı bazılarımızı. Güneşimizle kavga ettik belki de… Kimimiz yere serildik. Güneş yaşam enerjimiz her şeyden önce. Ancak, Venüs’ümüz şifalanacak  arkadaşlar… Bundan geri dönüş yok. Ne dönemler geçirdi o…Ne zorluklardan geçti, güçlüdür, Yaradan’ın desteği yanındadır. Dişinin şifalanması, erili de şifalandıracak çünkü. Evren buna destek vermez mi? Bir eril enerji, dişisi vasıtasıyla Yaradan’a bağlanmaz mı?

Bu hem içimizdeki dişi-eril dengesinde, hem de kadın-erkek ilişkilerinde böyle değil midir? “Kadın erkeği rezil de eder vezir de eder “der bir atasözümüz. Aslında bir anlamda demek istediği; erilin, erkeğin her anlamda mutluluğu, gücü ve bereketi, dişi enerjisiyle ya da sevdiğiyle bütünleşebilmekten geçtiğidir. Bereket kapısı da böyle açılır. Bereketle bağlantıda olan dişi tarafımız, bunu hayata geçiren ise eril tarafımızdır. Eril, dişi kanalıyla bağlandığı her anlamdaki bereketini yine dişiye verir, doğası budur. Bundan onurlanır. Dişi ise, erilden gelen her anlamdaki bereketi kabul eder, doğası budur. Hem kendi onurlanır, hem erilini onurlandırır. Ve bu  bereketi yansıtır, yayar evrene… Madde içinde kaybolmamaktır bu aynı zamanda…Bereketin ve Tek Kaynaktan gelen sevginin iç içe olduğunu, o sevgi olmazsa bereket kapısının da devamlı açık olamayacağı ve korkuların başlayacağının evrensel bilgisidir. Dişisinden kopan erilin korkularıdır bu ve içinde olduğumuz sistem bir taraftan bu döngünün sonlanmasının karmaşasını, diğer taraftan da, dişi ve erilin yeniden birleşme yolunda olmalarının kutlamasını yaşamaktadır.

Bu varoluş dengesini, ancak kendi içimizdeki dişi ve eril dengesiyle kadın-erkek ilişkilerimize yansıtabiliriz.

Güneşimizden yansıyan yaşam enerjisini ve ışığı, Ay’ımızla almamız ve yansıtmamızdır bu…. Bozulan dengeleri yeniden oluşturma zamanıdır. Erilin, dişisini sevgiyle sahiplenme ve her anlamda destek olma; dişinin ise erilinden geleni sevgiyle kabul edebilme ve bunu  bütüne, birliğe yansıtma zamanıdır. Venüs geçişinin bir de bu seslenişini duyamaz mıyız? Açamaz mıyız gönlümüzdeki gözlerimizi ve kulaklarımızı?

Kalplerimiz bu dengeye açıldığında gerçek şifaya  kavuşacağız ve tüm bu iç ve dış kavgaları bırakacağız. Venüs’ün, bu çok önemli yılda, buna da işaret ettiğini göremez miyiz?

Mars  bu günlerde, bize ya da sevdiklerimize yaklaşan tehlike görüyorsak eğer ya da endişelerimiz varsa, dünyasal güvencelerin yanında titreşimimize dikkat etmemizi öneriyor. Nasıl bir titreşim içindeyiz? Korkumuz kadar karanlığımızda, sevgimiz kadar aydınlığımızdayız. Korunma da,  kollanma da bizim içimizde…Mars., evrensel sisteme güvendiğimiz oranda güç, korunma ve destek alacağımızı işaret ediyor bize.

4 Haziran’da gerçekleşen  Yay burcundaki Ay tutulması ile ise pek çok etkinin yanında kadersel birleşmelerin tetiklendiğini de söyleyebiliriz.

Biraz gerilimli bir tutulma olsa da, bu etkileri dönüştürmek için destek alıyoruz.

Kadersel birleşmeler, karşılaşmalar, ilişkilerin geçmiş ve geleceğinde tamamlanmalar potansiyeli var bazılarımız için bu dönemde. Var olan bazı ilişkiler de şifalanabilir.  Öyle ilişkiler olabilir ki, o birleşen dişi ve eril bütünün en yüksek iyiliği adına akit yapmışlardır  sanki. Tüm egolardan, korkulardan, öfkelerden, geçmişin bilgilerinden özgürleşerek gerçekleşen bu bütünlenmelerin gerçek ilişkilere yansımasını deneyimleme yolundayız. Kendilerini ve ortak enerjiyi  şifalandırmaya akit eden ruhların yaşam yolculuklarında birleşmesidir bu… Bin yıllık duygular çıkar sanki ortaya bu karşılaşmalarda.  Eski döngüler tamamlanacaktır. Öz’ler yönlendirir, evrensel sistem yolları açar…Geriye cesaretle, dünyasal değil gönül gözüyle bakarak ve duyarak ilerlemek kalır, ki esas kolay olmayan budur.

Cesaret istiyor bizden yaşamamızdaki her alanda, tutulmalarla tetiklenen gökyüzü enerjileri. Eski döngüleri içsel olarak sonlandırarak yola devam etmemiz bekleniyor.

Üzerimize düşen her şeyi yapalım, ne pasif olalım ne de suskun ve uykuda. Ama lütfen bardağın dolu tarafına bakarak yapalım bunları hem kişisel hayatımızda, hem de toplumun bireyleri olarak.

Ejderhalar ya da ejderha sembolleri  vardı Yay tutulmasında, nasıl açıklayabilirsek kendi bakışımızda, öyle… Bazılarımız bunu bildik içimizde. Ve bu enerjiler gelmekte olan döneme açıldılar arkadaşlar. Belki görülmeyi ve fark edilmeyi bekleyen yardım ve destektir ejderhalar, akıllı bilge varlıklardır. Belki şimdiki titreşim düzeyimiz onlarla yeniden bağlantı kurmamızı sağlayacaktır, kadim dönemlerde olduğu gibi… Sistemin uykusuna yatmadan önce olduğu gibi… İnsanın Öz’ünü gittikçe daha fazla unutmaya ve dış dünyayı ve maddeyi daha çok görmeye başlamadan önceki varoluşunda olduğu gibi…

Belki, Avatar’daki  gibi bizi seçer ve yolculuğumuzdaki aracımız olurlar.

Belki  Mısır kökenli, ejderhalar üzerine kurulu  Ra-seeheba  şifasıdır içimizdeki.

Belki gücümüzü nasıl kullanacağımızla bağlantımızdır.  Pluton gezegeninin bizi yeraltının derinliklerine sürükleyebileceği, ateşlerde yakabileceği ama aynı zamanda içsel gücümüzle buluşarak küllerimizden yeniden muhteşem bir şekilde doğabileceğimizi bize öğretmesi gibi!

Belki, içimizdeki bu köklü değişimlerde bize destek olacak kadim ama yeni buluştuğumuz yüksek varlıklar veya enerjiler, Ekim’den itibaren Satürn’ün Akrep burcundaki transiti sırasında daha da bizimle olacak olan enerjilerdir…

Bizim kültürümüz de ejderhaları önemsemiş. Anadolu’daki birçok cami, medrese, kervansarayda ejderha motifleri resmedilmiş. Osmanlıda ve daha eski Türk kavimlerinde ejderhanın anlamı “evren” demekmiş. Ve erken dönem eski Türk mitolojilerinde dünyayı, gezegenleri çekip çeviren, döndüren bilge varlıklar, bereket, refah, güç ve kuvvet simgesi  olarak bahsedilmiş ejderhalardan. Ön Asya kültürleriyle ilişkiye geçildiğinde ise bu anlamları zayıflamış ve daha çok savaşılan ve alt edilen kötülüğün simgesi olmuş ejderhalar.

Nasıl adlandırırsak adlandıralım kendi ejderimizle buluşmaya açabiliriz kendimizi belki de… içimizden geldiğince…

Gökyüzü enerjileri hareketli olsa da, bu enerjileri dönüştürüp topraklama potansiyeline de sahibiz ve farkında olsak da olmasak da bazılarımız kendimiz ve bütün adına bunu yapıyoruz. Madem aydınlık ve karanlık, gece ve gündüz bir aradalar, bu dönemin enerjilerinde de her iki yön de var yine.

İçimizdeki güçle ve evrenden 4 Haziran tutulmasıyla gelen bu kadim rehberlikle buluşarak, her daim aydınlığı sahiplenebilmemizi dileyelim.

Jüpiter 12 Haziran’dan itibaren İkizler burcuna giriyor ve yaklaşık bir sene sürecek olan transitine başlıyor. Bu İkizler için iyi haber, çünkü Jupiter geçtiği her yeri biz nasıl bakıyorsak öyle büyütür, bereketlendirir ve genişletir. İkizler burçları için 12 senelik yeni bir döngü başlıyor. Yaşama baktıkları merceklerini temizlemeleri ve yeni döngüye böyle adım atmaları önemli.

İçine doğduğumuz sistemin tüm kalıplarına ve kurallarına, tüm kısıtlamalarına ve yasaklarına isyan var bu ay. Pluton’un karanlıklardan çıkardıklarını, aydınlığa çekiyor Uranüs. Ve diğer tarafta da elinde Kaduse’si ile akıl ve zihin gezegeni Merkür gerilmekte. İkizler burcunun yönetici gezegeni Merkür ayın 28’ine kadar Yengeç burcunda. Duygularımızın içindeki bilgilerle buluşmaya yönlendiriyor bizi biraz gerilimli olsa da.

Ve bizler seslenmekteyiz ortak bilinç alanımızdaki İkizler dönemi enerjileriyle bu ay:

Dur zihnim, dinlen biraz.

Dinlen ki, duygularımın içindeki bilgiyi alabileyim.

Dinlen ki, korkularımla yol almayı bırakabileyim.

Küçük molalarla dinlen biraz…

Dinlen ki, dış dünyanın gürültüsünü kısıp,

dişi tarafımla buluşabileyim, dişi ve eril dengeme açılabileyim!

Varoluş var orada… Yaradan’ın sevgisi var Güneş’te, Ay’da, toprakta, dağda, taşta, denizde, börtü böcekte.

Yaradan’ın sevgisi var  sevdiklerimde ve sevgilide…

Aslında tek gerçek bu sevgide! Bir dinlen ki yeniden bunu hatırlayabileyim .

Dinlen zihnim, dinlen biraz… Yoruldum sorgulamalardan, yoruldum korkulardan, yoruldum sorumluluklardan, yoruldum geçmişi temizlemeye çalışmaktan, yoruldum bana öğretilen dünyasal hayat mücadelesinden…

Bir dinlen ki, yorgunluğum azalsın ve O  sevgiyi hatırlayarak yeniden yola çıkabileyim.

Dinlen ki, mücadeleye  gerek  olmadığını bileyim. Çabalayayım elbet ama akışta yol alarak, mücadele ederek ve savaşarak değil…

Dinlen ki, zaten olmam gereken yerde olduğumu görebileyim.

Dinlen ki, ihtiyaçsızlığımı fark edebileyim sevgiden başka…Dünyanın bütün maddi zenginliği içinde olsam da sevgi bağlarım yoksa, Varoluşla bağlantım yoksa, hep eksik kalacağımı duyayım yüreğimden.

Dinlen ki, yüreğimle görüp, yüreğimle işitebileyim.

Dinlen zihnim, dinlen biraz ve sanma ki pasif kalırım topluma ve olmakta olana, bilesin ki tam tersi… İşte o zaman her yönden bakarak değerlendirebilirim galeyana gelmeden.

Dinlen ki, dünyasal kurallardan çıkabileyim ama Varoluşun kurallarını da içselleştirebileyim.

Hani ebediyet yolcusunu uğurlarken getirilen “salavat”ı duyarız bazen bir camiden ve ölüm gerçeğiyle yüzleşir bir tarafımız ve korkarız. Tüm kaybetme korkularımız canlanır birden…

Dinlen ki, diğer tarafı  da duyabileyim. Ölümün varoluşa teslimiyet olduğunu ve bu teslimiyeti fiziksel olarak ölmeden de devamlı yaşadığımızı yeniden bileyim.

Dinlen ki, kaybetmeyi sadece kendimde yaşayabileceğimi anlayayım. Kendimi kaybedebileyim Tek Kaynaktan gelen sevgide ve onun bu dünyadaki tüm sevgi yansımalarında ve sevgilide…

O Tek Kaynaktan gelen sevgiden başka neye ve kime sahip olabilirim ki ebediyen?

Dinlen ki, bana öğretilmiş tüm bilgilerini unutabileyim sistemin…Unutabileyim ki özgürleşeyim…Özgürleşeyim ki, Kendim olabileyim

Kendim olabileyim ki, Biz olabileyim

Dinlen ki, “ruhsal” olarak  bir boyutta ölerek daha yüksek bir boyutta yeni bir doğuma hazırlanmakta olduğumu bileyim ve buna teslim olabileyim.  Bir tarafım kurbanlıktan özgürleşebilsin, bir tarafım kurtarıcılığın yüklerini bırakabilsin. Attığım adımı tamamlayayım, iki ayağım da yere basabilsin korkusuzca.  Merkezleneyim.

Merkezlenebileyim ki,  gelmekte olanın muhteşemliğini kendime hak görebileyim…

Dinlen ki, bunu tüm hücrelerime nakledebileyim.

El eleyiz, gönül gönüleyiz fark etmesek de,…Ben bunu hak görebileyim ki, HERKES hak görebilsin…

Zihnim, sen görevleri seversin, böyle kodlanmışsın,

şimdi  bunu görev edin de…

haydi

dinlen

biraz…


kaynak

Devamını Oku »

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Kaos Teorisi

“Düzen düzensizliği yaratır ve düzensizliğin içinde de bir düzen vardır. Düzen düzensizlikten doğar. Yeni düzende uzlaşma ve bağlılık değişimin ardından çok kısa süreli olarak kendini gösterir. Ulaşılan yeni düzen, kendiliğinden örgütlenen bir süreç vasıtasıyla kestirilemez bir yöne doğru gelişir.” (Kaos Teorisinin temel önermeleri)

Kaos teorisi bir matematiksel tekniktir. Hayata dair her şey, lineer olmayan bir sistem içersinde yürür ve tüm parametreler bilinemez. Eldeki bilgiler için de doğru formülasyon bulunamaz. Yapılan her hesap sadece doğruya yaklaşır, asla doğru olamaz. Kaos teorisi evrenin genel işleyişine dair açıklamaları barındıran bir teoridir. Yiğit Bulut bir makalesinde şöyle diyor: “Kaos’u “Kozmos”’a dönüştürmek ve sistemleri tamamen tanımlamak mümkün değildir. Yapılabilen küçük parçaların ıslah edilmesi, aralıkların bilinir kılınmasıdır. Kaos teorisi ile amaçlanan kaosun bütününü anlamak değil, tanımlanmış aralıklar içinde kalan dinamiği ‘kozmos’a çevirmek, yani formüle etmektir.”[1] “Son yıllarda kaos teorisi, borsa, meteoroloji ve iletişime kadar uzanan çok farklı dallarda önemli kullanım alanları bulmuştur. Teoriye temel oluşturan matematiksel ve temel bilimsel bulgular, 18.yüzyıla, hatta bazı gözlemler antik çağlara kadar geri gitmektedir. Yunan ve Çin mitolojilerinde, yaradılış efsanelerinde başlangıçta bir kaosun olması rastlantı değildir.”[2] Çin mitolojisindeki kaosun, bugün bilimsel dilde tanımladığımız olgularla yakın benzerliği vardır. Yunan mitolojisinde bir çeşit ilkel tanrısal varlık olarak gösterilen Khaos, düzenden ya da öteki adıyla evrenden (Kozmos) önce gelmiştir. İlk önce Khaos'tan, Toprak Ana Gaia ve gökyüzü Ouranos (Baba) oluşmuştur. Batı'da da üst düzey matematikçiler tarafından bu teorinin temel kavramları oluşturulmuştur.

“Kaos sadece rasgele davranış biçimlerini temsil etmemektedir. Evrenin kaos hali aslında içiçe barınan döngülerden ibarettir. Döngünün sebebi ise düzen ya da bütün haline gelmeye çalışan davranış biçimleri ile bunları etkileyen diğer davranışların, sürekli olarak birbirlerini yıkmaları ve döngünün yeniden başlamasıdır.” Descartes’ten beri bilim karmaşık problemleri ufak parçalara bölerek çözmektedir. Pozitif bilimin en belirgin özelliği, analitik oluşu yani parçadan tüme yönelmesi yani tümevarımdır. Kaos teorisinin gösterdiği sistemler bu sistematik ile çözülemeyen sistemlerdir çünkü sistemin parçalarının arasındaki etkileşim dolayısı ile sistem parçaların toplamından daha karmaşıktır. Bu da bilinen ve uygulanan hesaplama yöntemleri ile uzun vadeli tahminleri imkânsızlaştırır. “Tümevarım yaklaşımının tam tersi ise tümdengelim, yani bütüne bakarak daha alt olgular hakkında çıkarımlar yapmak. Genel anlamda tümevarımı Batı düşüncesinin, tümdengelimi Doğu düşüncesinin ürünü olarak nitelendirmek mümkündür. Kaos ya da karmaşıklık teorisi ise, bu anlamda bir Doğu-Batı sentezi olarak görülebilir.”[3]

“Karmaşık sistemin gelecekteki çözümünü bulmak zordur. Sistemi etkileyen parametre çoktur ve değişkendir. Kaos görüşünün getirdiği en önemli değişikliklerden biri, kestirilemez determinizmdir. Sistemin yapısını ne kadar iyi modellersek modelleyelim, bir hata bile (Heisenberg belirsizlik kuralı'na göre çok ufak da olsa, mutlaka bir hata olacaktır), yapacağımız kestirmede tamamen yanlış sonuçlara yol açacaktır. Bugünkü değerleri ne kadar iyi ölçersek ölçelim, 30 gün sonra saat 12'de hava sıcaklığının ne olacağını tam kestiremeyiz.” Kaos teorisine göre, birçok dinamik sistem kaotik olarak kararsızdır. Sistemi oluşturan parçacıkların hızları ve konumları üzerideki küçük belirsizlikler zaman ilerledikçe, olayların gelişim süreçlerini tahmin etmeyi olanaksız kılacak kadar büyür. Mevcut olan düzeni korumak için enerji gereklidir. Eğer yeterli enerji verilmez ise yapı kaosa doğru yönelecektir. Bu kural canlı cansız her şey için geçerlidir. “Kaos, maksimum düzensizlik minimum enerji seviyesidir. Düzensizlik içinde bir düzen oluşacaktır. Kaos teorisi, etkisi olmayacak sanılıp da görmezden gelinen değişkenlerin nelere sebep olabileceğini göstermiştir.”

Kaos teorisi neden sonuç ilişkilerinin hesaplanabilirliği ile ilgilidir, neden sonuç ilişkilerinin doğasını belirlemez. “Teori her seçim, o seçimin yapıldığı ana kadar yaşanılan hayatin sonucudur.” der. Kaos düzeninde durağanlık yoktur ve her şey iç içe geçmiştir; aynı zamanda her öğe kendisinden üstteki başka bir öğenin alt öğesidir. Algılanabilen sonuçlar ihmal edilen veya göz ardı edilmiş değerlerden dolayı kesin olamaz. Olasılıklar evrenindeyiz. Hiçbir zaman gelecek kesin olarak bilinemeyecektir. Ancak belirli çerçeveler içinde olasılıklar elde edilip tahminde bulunulabilir. Her zaman bir adım ileriye doğru bakmak gereklidir. Kuantum ile ilgilenenlerin bildiği üzere tüm maddeler bir şekilde algıladığımız, enerji yapılarıdır, yani gerek madde gerekse enerji sadece farklı kutuplardır. Atomun hacminin % 99’undan fazlası boşluktur. Kendimizi ve etrafımızdakileri katı maddeler olarak varsayıyorsak, bu konuda tekrar düşünmeliyiz. Sistemler düzenden kaosa doğru eğilim gösterir ve düzensizlikten de düzen doğar. Sürekli olarak değişen bir evren ve hayat kaos teorisinin belkemiğidir. Evrenin değişime dayalı bir var olma mantığı mevcuttur. Değişim tüm atomlarımızdan dünyaya, oradan da tüm evrene dek var olan bir olgudur.

Yiğit Bulut aynı makalesinde şöyle belirtiyor: “Kaos, onu oluşturan tanecikleri savurur ama bütün dingindir. O, düzenden düzensizliğe akıştır. Hiçbir şeyin kalıcı bir şekilde formüle edilememesidir. Kaos her zaman, her yerde hazırdır ve kendi kurallarına göre kendi içinde istikrarlıdır.[4]” Bizim algılama kapasitemiz ile kaos olarak görünen yapılar, bir üst algılama seviyesi için “kozmos” olabilir. Görebildiğimiz kadarı kozmos olan “Kaos”, anlayamadığımız bir düzen halidir. “Kaos teorisi ile birlikte evrendeki düzensizliğin de aslında belirli bir düzeninin olduğunu, düzensizliğin yalnızca bizim karmaşıklık kabulümüzle ilintili bir şey olduğunu anlatılır. Kaos korkulacak bir olgu değildir. Yaşama, doğaya dinamiklik getiren bu kaotik yapıdır.”

Herakleitos: “Evren, yaratmayla yok olmanın sonsuza kadar birbirini kovalamasıdır. Her şey ancak karşıtların kavgasından doğar...”

“Evrenin, hem madde hem de şuuru tek bir alan halinde içeren dev bir hologramdır.” Prof. Fred Alan Wolf


kaynak

Devamını Oku »

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Öğrenme Güçlüğü- Öğrenme Bozukluğu Belirtileri

Öğrenme güçlüğü olan bireylerin özellikleri birbirinden çok farklı olduğundan açık bir şekilde özelliklerini belirlemek oldukça zordur. Her bir öğrenme güçlüğü gösteren çocuğun kendine özgü davranış örüntüleri vardır.



Ancak, öğrenme güçlüğü olan çocuklarda görülen ortak özellik, çalışma becerilerini kullanma yeteneğinde sınırlılık, algısal, algısal-devimsel ve eşgüdüm problemleri, dikkat bozuklukları ve bellek problemleridir.


Öğrenme Güçlüğü Olan Çocuklarda En sık Görülen Özellikler

Zekâ düzeyleri normal ya da normalin üzerindedir.Hiperaktiftirler, el ve ayakları kıpır kıpırdır. Bazıları ise hipoaktiftirler, çok yavaş hareket ederler. Dikkatleri kısa sürelidir, çabuk dağılır.Motor ve el-göz koordinasyonları zayıftırGörsel algı sorunları yaşarlar. Görsel figür-zemin ayırt etmede zorlanırlar (Örneğin, harf ve satır atlama)İşitsel algı sorunları yaşarlar.Bazı harfleri karıştırırlar (b-d-p)Yönergeleri unuturlarOrganizasyon bozukluğu vardırDağınıktırlar ve zamanı iyi kullanamazlarDil gelişimi bazı çocuklarda gecikmiştir, kendini ifadeleri yetersizdirYön bulmada zorlanırlar, sağı-solu ayırt edemezlerZamanı karıştırırlar, saati zor öğrenirlerSosyal-duygusal davranış sorunları yaşarlar. Düşünmeden davranırlarArkadaşlarıyla geçinemezler. Değişikliğe zor uyum sağlarlar. İletişim sorunları  vardırAkademik beceri bozuklukları göstermeleri kaçınılmazdır. Okumayı zor öğrenirler, yavaş veya hatalı okurlar. Okuduklarını anlayamazlar. Yazı bozuklukları vardır. İmla ve noktalama hataları görülür. Matematikteki zorlukları, çarpım tablosunu öğrenememe ve sembolleri birbirine karıştırma olarak görülür.

Öğrenme güçlüğüne sahip bireylerin sıklıkla görsel/işitsel ayrım deneyimleri zayıftır. Sakar, hantal ve düzensizlerdir. El yazıları zayıftır. Arka plandaki nesne, figür ya da sesi ayırt etmede güçlük yaşarlar. Dikkat, bellek ve gözlem yapma ve kendi performansını değerlendirme yeteneğinde sıklıkla sorun yaşarlar. Organize etme, sınıflama, düzenleme ve planlamada güçlü becerilere sahip değillerdir. Bazılarında belli bir düşünce ya da harekete saplanıp kalma, tekrarlama ya da tekrar tekrar aynı cevabı verme görülmektedir. Sadece akademik alanda değil sosyal alanda da güçlük yaşayan bu bireylerde yaşıtlarıyla kavga, arkadaşlarının eşyalarını çalma gibi sosyal kuralları ve değerleri bozmaya yönelik
davranışlar görülmektedir. Başkalarını kızdırarak, istenmeyen kişi hâline gelebilirler. Özgüvenleri ve özsaygıları düşüktür.

Bu Yazıyı Beğendiyseniz,Arkadaşlarınızla Paylaşabilirsiniz !

kaynak

Devamını Oku »

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Sessizliğin Hazinendir

Bunu bana kimse demedi. Bir gün durup dururken kendi kendime söyledim, içimden: "Sessizliğin hazinendir. Sessizliğine sahip çık."

Maun. Düşün ki bir okyanussun. Yüzeyinde kıpır kıpır balıklar, martılar, irili ufaklı dalgalar. Dışarıda ne olursa olsun, ister güneş açsın ister fırtınayla dünya yıkılsın, sen dipte ve derindesin. Duyguların, düşüncelerin, üzüntü ve neşenin geçişine bakıyorsun. Suyun derinliğini görüyor musun? İçindeki sessizliği duyuyor musun?

Maun. "Sessizlik". Önce dışarıda. Diyelim ki yemektesin, kaşığı daldırırken aklın, gözün, kulağın, tüm duyuların tabakta olsun. Yapabiliyor musun? Yoksa şu lokma bir an önce bitsin de konuşayım mı diyorsun?

Evde "ses olsun" diye televizyon açılırdı. Sessiz oda ne tuhaf, ne dayanılmaz... Sıkıcıydı belli ki. "Böyle kös kös oturulur mu?" derdi insan, "Aç kızım televizyonu da bari haberlere bakalım." Sonra hep birlikte haberlere bakılırdı. Sabah kahvaltısı, çay-kahve faslı, akşam yemeği... Gün biterken televizyon da biterdi. O anlarda yaşanan tam olarak neydi sahi? Ne, neyle geçiştirilirdi?

Sonra bir gün öğrendim ki Hindistan’da bir bebeğin altı aylık oluncaya dek önceki hayatını hatırladığına inanılırmış.* Neredeyse bir aziz gözüyle bakılırmış onun saf ve temiz sessizliğine. Ne zaman ki yetişkinlerin masallarıyla, türlü oyun ve kurallarıyla toplumun bir parçası olmaya başlarmış, o zaman varoluştan kopar ve bebek, yitirirmiş bebekliğini. Bilgi ağacının meyvesinden tadar, aklın dünyasına adım atar ve ilk sözcüklerini söylermiş alkışlar arasında.

Sonrası mı, sonrası malum. O ilk, eski, en yalın halin, her şeyin sözcüklerle ifade edilmediği, için tertemiz, için saf ve sessiz olduğu bebekliğin özlemiyle, hep bir şeyden huzursuz, tatminsiz ve dengesiz dolaşırmış toplumda, toplumun parçaları. Kuytulara kaçsa da, odalara saklansa da içini susturamazmış.

Aşramdaydık, sessizliği anlamaya, yaşamaya çalışıyorduk.
"Ben," demiştim bir yarı-gururla, "kahvaltımı bahçede yapıyorum. Tabağımı alıp her sabah, kuru otların üstüne çöküyorum. Yemek masası sohbetinden uzakta, doğayla baş başa... Köpekler de geliyor bazen."
"Peki, doğayla konuşuyor musun?" diye sormuştu.
Bilememiştim.

Maun. Sessizlik, içeride. Konuşmamaktan da zoru, aklı susturabilmek. Her gördüğünü ve yaşadığını ötekiyle karşılaştırmaya koşullanmış bir akıl, göklere çıkarıp yerlere vurmadan yalnızca "gören" olmayı öğrenebilir mi?

Maun. Kusursuz denge. Derinlerde saklı hazine. Bırak dışarıda dalgalansın sular. Seni en çok çiğnemeden yuttuğun o anlar yorar.


*Osho, The Essence of Yoga, Penguin Books India


kaynak

Devamını Oku »

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Disgrafi (Yazılı Anlatım Güçlüğü)

Yunancada yetersiz anlamına gelen “dys” kelimesi ile yazmak anlamına gelen “graph” kelimesinin birleştirilmesiyle oluşturulmuştur. Disgrafi “agraphia” olarak da isimlendirilmektedir.
Bireyin kronolojik yaşı, ölçülen zekâ düzeyi ve yaşına uygun olarak aldığı eğitim göz önünde bulundurulduğunda yazma becerilerinin beklenenin önemli derecede altında olması ile tanımlanır. Disgrafi, özellikle heceleme ve yazmayı etkileyen bir güçlüktür. Disgrafiye sahip bireylerin gösterdiği davranışlar ise şu şekildedir:





Okunaksız el yazısı, Kalem tutmada zayıflık, Yazarken oransız boşluk bırakma, Kelime yazımında hata, Yetersiz paragraf bilgisi, Cümle kurumunda yetersizlik, Dilbilgisi kurallarına uymadan yazma, Yanlış sözcük kullanımı, Yavaş yazma, Fikirlerini ifade edememe Ayna hâli yazma, Kelimeyi ters yazma, Devrik cümle kurma.
Yukarıda verilen davranışların tamamına ya da bir kısmına sahip bireylerde görülen disgrafiye ilişkin tanı ölçütleri DSM-IV’te  şu şekilde verilmiştir:
A. Bireysel olarak standart testlerle ölçüldüğünde, bireyin kronolojik yaşı, ölçülen zekâ düzeyi ve yaşına uygun olarak aldığı eğitim göz önünde bulundurulduğunda yazma becerileri beklenenin önemli ölçüde altındadır.
B. A tanı ölçütündeki bozukluk, okul başarısını ya da yazılı metin derlemeyi gerektiren günlük yaşam etkinliklerini önemli ölçüde bozar.
C. Duyusal biz bozukluk varsa bile yazma becerisi sorunları genellikle buna eşlik edenden çok fazladır.
Bu Yazıyı Beğendiyseniz,Arkadaşlarınızla Paylaşabilirsiniz !
kaynak
Devamını Oku »

17 Temmuz 2012 Salı

Sınırların Ötesindeki Gelecek

Yanıtı hep uzakta ararız.

Yanıt içerikli olmalıdır.

Basit ve kolay ulaşılan yanıtlar bizi şüpheye sürükler…

“Gerçekten de böyle mi?“…

Sorgularız, tatmin olmayız bir türlü.

Oysa hep “içine dön” der öğretiler… İçine bak.

Bunu öğrendik ya, ruhsal anlamda bakmaya çalışırız içeriye, bakarız “öz”de ne var…

Ama, bir de yaşayan organizma var elimizin altında, beden. İçeri bakarken onu unutmamak gerek.

İçine bak. Yanıt sana en yakın yerde; içinde…

Hücrelerimizin isimleri olsaydı -Ahmet, Mehmet ya da Zeynep- kaç isim var olurdu içimizde?

Sayısız.  Ben bunları yazarken bedenimde milyonlarca hücre doğuyor ve milyonlarca hücre ölüyor. Yine de genel bir rakam verecek olsam 100 trilyon civarında diyebilirdim…

Bunların çoğu ancak mikros­kopla görülebilecek kadar kü­çük. 40.000 kırmızı kan hüc­resi bir “O” harfinin içini ancak doldurabiliyor. Bazı tek hücreli organizmalar bağımsız hayat sürüyorlar, diğerleri ise organize gruplar halinde dağınık bir şekilde yaşıyorlar. Siz bu satırları okurken, sinir hücreleriniz, ne okuduğunuza dair mesajları beyine iletiyor, göz yuvarlak­larınıza bağlı kas hücreleri gözünüzü sayfa üzerinde gezdirebilmenizi sağlıyor. Tek başına bir hücre tüm işletim, haberleşme, yönetim sistemleriyle bir şehir yapısında çok işlevli ve bütün.

100 trilyon varlık yaşamını sürdürüyor bedeninizde.

Ya gözlerimi bedenimden dışarıya, dünyaya çevirsem kaç isim sayabilirdim dünya üzerinde?

Şimdi 7 milyar kadar oldu… Çoğalmaya devam ediyor.

Peki, gözlerimi biraz daha öteye, dünyadan uzağa, gökyüzüne çevirsem kaç isim sayabilirim evrenin
içinde?

Görünür evrende tahmin edilen yıldız sayısı 30 milyar trilyon…

Evrene göre dünya bir hücre, dünyaya göre siz bir hücresiniz, size göre bedeniniz hücrelerden oluşuyor. Tek tek ismini sayamadığımız, varlıklarının bile farkında olmadığımız milyarlarca var oluş. İç içe… Bize göre birbirine yabancı.

Halbuki, var oluş sistemi siz farkında olsanız da olmasanız da, bilseniz de bilmeseniz, tanıdık ya da yabancı görseniz de işliyor. Bütünün refahı birbirleriyle olan uyumlarına bağlı… Her gün milyonlarca hücre ölürken milyonlarcası doğuyor. Bu devamlılık demek ya da süreklilik.

Hücrelerle tanıştığınızda disiplinli varlıklar olduklarını görüyorsunuz. -Böyle isimleriyle bakınca onları sevmeye başladım, tanışıklık iyi geldi.- Kendi yaşamlarını idame ettirecek her türlü donanıma sahipler. İhtiyaçları olanların bir bölümünü -enerjileri buna dahil- kendileri sağlıyor, geri kalanını dışarıdan alıyorlar. Son derece seçici ve titiz, hiçbir başıboş gezinen madde hücrenin izni olmadan içeri giremiyor. İçeride lüzumsuz hiçbir molekül yok. Dışarı çıkışlar da aynı titizlikte. Bu yaşam formu normal şartlarda kendini idame ettirebiliyor, koruyabiliyor, yaşatabiliyor ve devamlılık sağlayabiliyor.

Peki, ne zaman bu mükemmel düzen bozulur? 

Hücrenin yapısı bozulduğunda… Her hücre doğduğu andan itibaren yaşam programı ile birlikte ölüm programına da sahip, buna kontrollü hücre intiharı diyorlar. Sirkülasyon yenilenmeyi sağlamak için… Ancak, bazen hücreler anormal davranışlar sergiler ve düzeni bozarlar, mesela bölünüp çoğalma komutu etkisini yitirir ve hücre kontrol edilemeyen bir şekilde büyümeye başlar ya da hücre zarı kalınlaşır, hücrenin dış dünyası ile bağlantısını ve iletişimini keser. Sonuç bizim tabirimizle “hastalık”.

Bugün, bedenlerimizin hastalandığını deneyimleyebiliyoruz. Yine bugün bazıları dünya hasta diyor. Biliyoruz ki dengeler bozuldu.

Şimdi yapılan tüm çağrılar dengenin yeniden kurulabilmesi için. Evren-dünya-insan arasındaki ilişkide birine özen gösterirken diğerini unutmadan. İnsan önce kendi dengesi ile başlamalı değişime.

Uyum ve sevgi ise bütünlüğün kabulüdür.

Sınırları seviyoruz, güven ve sahiplenme duygusu veriyor. Dünya üzerindeki hücreler -her birimiz isimlendirilmiş güzel varlıklar- olarak biz de hücre zarları içinde yaşıyoruz. Görünen sınırlar dış dünya ile iletişimi ve alış verişi kolaylaştırıyor. Bana ait olanlar, sana ait olanlar… Almam gerekenler, vermem gerekenler… Sirkülasyon ile sağlıklı bir yaşam…

Bu kadar basit ama keşke bu kadar kolay olabilseydi… Dedik ya insan karmaşık şeyleri daha çok seviyor, öyle değilse de karmaşıklaştırıveriyor.

İnsanın sınırları maddesel bedenin ötesinde zihninde ve ruhunda da var olmaya devam eder. Bana ait olan; yani artık alışkanlığım ve asla vazgeçmek istemediğim. Sana ait olan, benim olmayan ve aslında benim  olmasını istediğim. Almam gereken; ama istemediğim, vermem gereken; ama bırakamadığım…

Kısaca, var oluş düzeninin ve yaşamın reddi. İkilem dünyası.

Hücreyi hasta eden komut karmaşası gibi, bir emir şimdi büyüme derken diğeri bölünüp çoğalabilirsin diyor. Bir tarafınız bunu yapma derken diğeri bunu istiyorum diyor…

Statüko tuhaf bir durum. Rahatlık alanı. İkilem dünyası bizi zorlarken statüko çöldeki vahaya benziyor. Bir bebeğin rahatlatıcı oyuncağı gibi içinde kendimizi rahatlattığımız bir konum. Sahip olma ve bildiklik rahatlığı. İkilemden kaçarken “Evet, işte şimdi böyle iyiyim” düşüncesi ile birlikte kendimizi bağladığımız bir sabitleyici… Zaten denge yoksa yürümektense durmak daha iyi. Ama nereye kadar durabilirsiniz?

Bildiğiniz herşey geçmişe aittir. Gelecek bilinmeyendir…

“Korkuyorum?”

“Neden?”

“Bilmiyorum?!”

İnsan güven ister, bilmek ister. Gelecek ise hep bilinmeyenin perdesi arkasına saklanmayı sever.

O halde sınırı çizmek gerek! 

Bilinmeyenden korumak için kendinizi, sınırı çizdiğiniz anda hücre zarınız kalınlaşmaya başlar. Artık giriş çıkışlara izin yok. Sınırın bu tarafı geçmiş. Öte tarafı gelecek. Sınırı çizdiğiniz anda kendinizi geçmişe hapsettiniz. Artık bildiğim yerde, bildiğim yaşamda, bildiğim “ben”deyim. Ne yazık ki bildiğim her şey geçmişte kaldı…

Yaşam değişir, değiştirir.

Yavaş yavaş olduğunda değişim fark edilmiyor. O zaman korku yok. Kimse akşam yatıp sabah yeni bir “ben”e uyanacağı endişesi ve paniğini duymaz, keyifle uykuya teslim ederiz kendimizi.

Düşünmeyiz, uyku ölüm gibidir. Her sabah güneşle birlikte bizler yeniden doğarız. Korkmayız, akşam neşeyle yatıp sabah huzursuz kalkmış olsak bile, hala herşey aynıdır bize göre. Günü planlarız, bilinmeyen bildik olur, güven duyarız. Ve ertesi günü de planlarız hatta yaz için tatil planı, daha da ileri gidip emeklilik için yatırım planı yaparız… Yaşam güven dolu gözükür bize. Kontrol bizdedir.

Yaşam ise sadece kendine güvenir ve değişir. Değişirken değiştirir. Biz bu esnada neyi kontrol ediyoruzdur?

Bedenimizdeki 100 trilyon hücrenin doğumunu ve ölümünü mü? Evrendeki 30 milyar trilyon yıldızın döngüsünü mü?

Gelecek bilinenin içinde bilinmeyendedir. Sınır ötesinde. Orada var oluşun kendi ritmi, uyumu ve sistemi mevcut. Sistem kontrole ihtiyaç duymaz, herşey olması gerektiği gibidir. Kontrol etmek isteyen, edebilirsin diyen sadece bizim zihnimiz, statükoya bağlılığımız; o zihin “değişim benim istediğim gibi olsun” der.

Yaşam ise kendi akışında olduğunda sağlıklıdır. Kendi ritmine, döngüsüne sahiptir. Sınırlar çizildiğinde, hücre zarı geçirgenliğini yitirdiğinde, biz izin vermediğimizde hastalanır. Önce insan hastalanır, sonra dünya… Ve sonra yaratılış düzeni devreye girer, durumu dengelemek için.

Geleceğe ilerleyebilmek için gözleri de ileriye çevirmek gerekli. Sınırın geçirgen olması, şimdi gerekeni almak ve şimdi gerekmeyeni vermek için cesaret gerekli. Şimdi gereken veya gerekmeyen dün ile ölçülemez. Dün geçmişte kaldı. Her zaman yaptığınız artık sizin için en iyisi olmayabilir. Yaşamı anlamak için yaşamı okumayı öğrenmeli. Ve her değişime teşekkür etmek gerekli, sağlıklı yaşama imkan verdiği için.

Sağlıklı yaşam.

Kişi için önce kendi bedenini uyumlu ve dengeli hale getirmekle başlar. Maddesel beden ihtimam ve ilgi ister. İyi beslenmesi, temiz ve hoş tutulması gerekir. Manevi beden de kendini beslemek arındırmak ister. Her iki beden arasında uyum ve alış veriş olmalı, eğer hücre zarınız kalınsa ve sınır sert çizildiyse -aşırı maddiyat ya da maneviyat- iletişimleri kesilir, o zaman insan yaşamdan uzaklaşır. Katı olmayın.

Sonra kişinin kendi geçmişi ve geleceğini birleştirmesi gerekir. Sınır çizgisi kalınsa geçit veremezler birbirlerine -ya geçmişte yaşar insan ya da geçmişi görmezden gelir sadece gelecek için çalışır-, bütünlük kaybolur… Geçmiş geleceğe yürüdüğü yoldur insanın. Yol benzer olabilir, belki de tamamen farklıdır ve yabancı ama geçmişten gelir adımlar ve ilerisi güvenle keşfedilmeyi bekler…

Güven yoksa korku vardır, korku varsa sınır vardır, sınır varsa yaşam yoktur, yaşam varsa güven vardır.

Özgür iradesiyle seçebilir insan, bedenindeki hücreler gibi bir görev verilmemiştir doğumunda. Ancak, görev vardır, kendini tanıması beklenir ve kendini geliştirmesi. Her ne kadar görev başta verilmediyse de herkesin bir yapacağı vardır bu yaşamda. Kendini tanıdığında ve yaşamı okuduğunda bugün nereye uyum sağladığını, neye ihtiyacı olduğunu ve yarın nereye gideceğini bilir.

Tıpkı bedeninizdeki hücrelerin yalnız olmadıklarını bildikleri gibi, evet bir hücre zarı vardır etraflarında ama esnek ve geçirgen. Her hücre kendi ritminde güvenle işlevini yerine getirir, yaşar ve yaşam verir. Bütünün içinde.

İnsan da artık yalnız olmadığını fark etmeli. Pasaport kontrol sadece zihnimizde. Onu dış gerçekliğe taşıyan bizden başkası değil. Var ettiğimiz gibi yok da edebiliriz. Bu dünya üzerinde birlikte nasıl yaşadığımıza bir bakın, sonra bedeninize bakın. Bu yaşamdaki uyumu ve uyumsuzluğu hemen görebilirsiniz. İkisinin de dilleri aynı, okumayı bildiğinizde farkı yok.

Bütünlük uyum demektir.

İnsanın şimdi, uyuma, güvene ve sevgiye ihtiyacı var. Alması gerekenler bunlar. Bırakması gerekenler ise korkuları ve yabancılaşması.

İnsan, bu dünyada geleceği yaratan.

Gelecek uzakta değil, hemen sınırın ötesinde, insan için sevgi ve güvenle yürünecek bir yol mesafesinde.


kaynak

Devamını Oku »

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Fregoli Sendromu (Binbir surat sendromu)

Courbon ve Fail tarafyndan 1927'de aktör Fregoli’den esinlenerek tanımlanmıştır. Persekütörün sanki bir aktörmüş gibi değişik yüzler takındığına, değişik suratlara büründüğüne ilişkin bir sanrıdır. Capgras sendromundan daha seyrek görülür. Bu semptom genellikle şizofreni ile birlikte görülür. Manschreck’in bildirdi?ine göre; Christodoulou (1976) etiyolojide organik komponentlerin olabileceğini ileri sürmüştür. Likantropi (lycanthropy), kişinin kurt adam oldu?una ilişkin bir sanrıdır, kişinin kendisini ve başkalarını kurt yada ba?ka bir hayvan şekline büründürebileceğine inanmadır. Ötosskopi (heutoscopy) ise kişinin bir “kopyasının” oldu?una inanmasıdır.

Bu Yazıyı Beğendiyseniz,Arkadaşlarınızla Paylaşabilirsiniz !

kaynak

Devamını Oku »

13 Temmuz 2012 Cuma

Öğrenme Güçlüğü Nedir?

Amerikan Ulusal Öğrenme Bozukluğu Birleşik Komitesine göre  öğrenme bozukluğu dinleme, konuşma, okuma, yazma, muhakeme ya da matematiğe ilişkin yeteneklerin kazanımı ve kullanımında önemli güçlüklerle açıkça kendini gösteren heterojen bir bozukluk grubunu ima eden genel bir terimdir. Bu bozuklukların bireysel olduğu ve merkezi sinir sistemindeki bozukluklardan kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Bu nedenle, öğrenme bozukluğuna diğer özür durumları, çevresel etkiler eşlik etmektedir. Ancak öğrenme bozukluğu doğrudan doğruya bu durumların ya da etkilerin bir sonucu değildir.


Günümüze dek sayısız tanıma ve terime sahip olan öğrenme güçlüğünün en çok kullanılan tanımı ise DSM-IV’te yapılmıştır. DSM IV’teki öğrenme güçlüğünün tanımı şu şekildedir: Çocuğun bireysel ve standart test uygulaması sonucunda saptanan okuma, matematik veya yazılı anlatımı; yaşı, okul durumu ve zekâ yönünden beklenene oranla düşüktür. Çocuğun öğrenme problemleri akademik başarısını veya okuma, matematik ya da yazma becerisi gerektiren günlük etkinliklerini olumsuz olarak etkilemektedir.


Öğrenme Bozukluğu ile  İlgili Terimler

Öğrenme güçlüğü Dikkat bozukluğu Beyin disfonksiyonu Serebral disfonksiyon Karakter dürtü bozukluğu Kavramsal özürlü Diffüz beyin hasarı Dürtü kontrolü bozuklukları Motor koordinasyon bozuklukları Algılama bozuklukları Disleksi Hiperkinetik davranış bozukluğu Hiperkinetik darbe sendromu Minimal beyin fonksiyon bozukluğu Minimal beyin yaralanması Minimal beyin hasarı Hafif serebral yaralanma Hafif kronik beyin hasarı sendromu Hafif beyin hasarı Nörolojik özürlü Organik davranış bozukluğu Beyin hasarı Algı engeli Algı özrü Psikonörolojik öğrenme bozukluğu Özel öğrenme bozukluğu.Bu Yazıyı Beğendiyseniz,Arkadaşlarınızla Paylaşabilirsiniz !

kaynak

Devamını Oku »

11 Temmuz 2012 Çarşamba

21. Yüzyılın Bilgesi: Mustafa Kemal Atatürk

Çok kere düşünmüşümdür… Mustafa Kemal Atatürk geçmişte ve uzak gelecekte olan ve olabilecek onca şeyi nasıl gördü diye?

Hem yaşadığı her anda hem de çok çok uzaktaki gelecekte her zaman ne yapacağını, niçin yapması gerektiğini, neler olabileceğini ve gerçekleşecek durumlarda nasıl ve ne şekilde davranılması gerektiğini biliyordu ve bilerek yaşadı. 1900’lü yıllarda O’nun yaptıklarını, O’nun sözlerini, verdiği mesajları okudukça; Yıl 2012 olduğu halde insana, sanki O hala yaşıyor ve o “An” içinde bu sözleri söylüyormuş gibi geliyor. Hatta bazen “O“ 1800’lü yılların sonuna doğru doğmuş ve 1900’lü yıllarda yaşamış bir Nostradamus reenkarnesi miydi acaba diye de insana düşündürtmüyor değil…

Doğuştan Lider

O seçilmiş bir insandı. Liderlik vasıfları doğuştan O’na verilmişti. Koca bir milleti, çok geniş, farklı kültürler mozaiğini hep birden kucaklayabilmesi, her konuda her şeyde bilgili ve bilinçli olması bana bunu gösteriyor.

Küçük yaşlarda amcasının bahçesinde kargaları kovalarken, muhtemelen hasta edilmiş Osmanlının başındaki kara cüppelileri ve ülkesine göz koymuş emperyalistleri nasıl kovacağının planlarını yapıyor ve kuracağı ülkeyi ve cumhuriyeti düşlüyordu.

Daha orduya katıldığında O kendi insanını tanıyordu. Onları nasıl ayağa kaldıracağını, bir avuç insanla başlattığı hareketi nasıl genişleteceğini biliyordu. Ve hatta tüm bu bildiklerinin, sırasını da biliyordu ve adım adım bu yolda sırasıyla ilerliyordu, ilerleyecekti.

Ocak 1920’de İngilizler tarafından “Meclis-i Mebusan” dağıtıldığı halde, O bundan 38 gün sonra tüm kaçan milletvekillerini bir araya toplayarak Ankara’da “Büyük Millet Meclisi”ni kimse tarafından tanınmamış olan ve o zaman için hiç bir anlam taşımayan bu isimle yeniden açması ve devamında laik bir cumhuriyet kurması onun bilgeliği hakkında büyük bir ipucudur.

Düşmanı tamam ile yok etmek amacıyla başlattığı “Büyük taarruz” sonuçlarını vermeye başladığında itilaf devletleri, başlarına gelecek korkunç sondan kurtulmak amacıyla Mustafa Kemal’den randevu istediklerinde O “ Onlarla 22 Eylül 1922 de Nif’te (Kemalpaşa) görüşeceğim demişti ki o sırada Türk orduları oraya çok uzaktı ve o tarihte oraya varmaları imkansız gibi gözüken bir olaydı. Ama O bunu gerçekleştirdi ve daha sonra, ünlü “Nutuk” unda bu konudan şöyle bahsetti: “Dediğim gün, Nif’te idim; fakat benden randevu isteyenler orada yoktu”

Savaş hakkında ise düşünceleri şöyleydi Mustafa Kemal’in: "Mutlaka şu veya bu sebepler için milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayatî olmalıdır. Hakiki düşüncem şudur: Ulusu savaşa götürünce vicdan azabı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, ‘ölmeyeceğiz’ diye savaşa girebiliriz. Ancak, ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir." Özeti ise şu ünlü sözünde saklıydı: “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”

Başöğretmen

Atatürk 21.yüzyıla geçebilen, hala halkının gönlünde ve kalbinde yaşayan ve dünyada `başöğretmen' sıfatlı tek liderdir. Onca işin arasında bir geometri kitabı yazmış; üçgen, açı, dikdörtgen vs. gibi 48 tane geometri teriminin Türkçe isim babası olarak da tarihe geçmiştir. Yine onca işinin arasında “Mimber” isimli bir gazete çıkarmış ve 52 sayı bu gazete yayınlanmıştır.

O’nunla yapılan bir röportajda "Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?" diye sorulduğunda "Şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için, davet gelirse düşünürüz" demiş ve bunun üzerine BM yasası değiştirilmiş ve üyeliğe davet edilen ilk ülke Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.

O’nun hayatındaki İlginç olaylardan biri de şöyle; 1929’larda Hintli bir mihrace ki hala kimliği belirlenememiştir, Atatürk ile görüşmek istemiş ve görüşme sonrasında ona bir seccade hediye etmiştir bu seccade şu anda Pera Palas’ta Atatürk’ün kaldığı 101 numaralı odada duvarda asılı bulunmaktadır.

Halının ortasında bir saat resmedilmiş ve saat 10.07 ‘yi yani Atatürk’ün beyin ölümünün gerçekleştiği saati göstermektedir ve halının üzerinde de yan yana ölüm tarihi olan 10 Kasımı simgelediği söylenen tam 10 adet “kasım çiçeği” bulunmaktadır.

Bu kehanet gibi gözüken seccade olayından sonra bir de Mustafa Kemal Atatürk’ün gördüğü bir rüyadan bahsetmek istiyorum. Kendisi yaşamı boyunca gördüğü birçok rüyayı yakınları ile hep paylaşmıştır. Bu da Prof. Dr. Afet İnan ile ölümünden bir süre önce paylaştığı bir rüyaydı.

26 Eylül 1938 tarihinde Atatürk, rahatsızlığı ile ilgili olarak ilk defa hafif bir koma atlatmıştı. Prof. Dr. Afet İnan bu olayı ve sonrasını şöyle anlatıyor: "O geceyi rahatsız geçirdi, ilk hafif komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabah yanına girdiğimde bana: "Demek ölüm böyle olacak" diyerek "uzun bir rüya gördüğünü" söyledi ve "Salih'e söyle ikimizde bir kuyuya düştük, fakat o kurtuldu" dedi.

Atatürk'ün, burada "kuyuya düşme" sembolü ile gördüğü rüya vizyonu, kendisinin de söylediği gibi belki de ölümün habercisiydi. Salih Bozok'un kuyudan kurtulması ise; bilindiği gibi, Atatürk'ün vefat ettiği gün, buna çok üzülen Salih Bozok'un da intihar girişiminde bulunmuş ve peşi sıra tıbbi müdahaleler sonucu kurtarılmıştı. Muhtemelen rüyasında da bu simgeleniyordu ve bu rüya Atatürk’ün anlattığı son rüyasi idi...

Çevrecilik Dersi

O’nun bilgeliğini gösteren olaylardan biri de şudur; Yıl 1930 Atatürk, Yalova köşküne doğru çıkmaktadır. Bahçıvan’ın koca bir çınar ağacını kesmek üzere olduğunu görür ve ona “Yahu” der “sen hayatında hiç böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki kesmeye muktedir görüyorsun kendini?” Bahçıvan der ki; “Paşam çınar ağacının kökleri köşkün temelini kaldırdı, yaprakları da köşkün pencerelerine müdahale ediyor. Ya köşkü kaybedeceğiz ya ağacı keseceğiz. Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı kesiyoruz”.

Bir an düşünür; “Hayır gerekirse köşkü ağaçtan uzaklaştırırız” der. Herkes şaşkınlıkla O’na bakar. Ne demektir köşkü ağaçtan uzaklaştırmak? Atatürk hemen İstanbul’da köprü altındaki tramvay raylarını Yalova’ya taşıtır. Köşkü hiç yıkmadan olduğu gibi tutarak ve kendisi de kazma kürek temelini kazarak köşkün temeli altına tramvay raylarını döşetir ve köşkü ağaçtan 4 metre 80 santim uzağa çekerek hala Cumhuriyetimiz gibi ayakta durmakta olan bu çınar ağacının kurtuluşunu temin eder. Dünyanın 80’li yıllarda “çevre ve çevrecilikten” bahsetmeye başladığını düşünürsek, Atatürk 30’lu yıllarda dünyaya ilk çevrecilik dersini verdiğini görebiliriz.

O Diktatör müydü?

Yaşadığı zamanlarda içerde ve dışarıda bir çok insan O’na diktatör dedi ve o bu lafı edenlere şöyle söylemişti: “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet bu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağım bir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmesini bilmem. Ben kalpleri kırarak değil kazanarak hükmetmek isterim”

Günümüzde bile, gaflet ve delalet içinde olan bazı sözde demokrat cahil aydınlar hala zaman zaman “Atatürk bir diktatördü” söyleminde bulunmaktalar… Bunlara cevabı yine Atatürk’ün yaptıkları ve kendi sözleri ile cevap vermek en doğru olandır.

Atatürk diktatör olsaydı; ki aile kavramına önem veren, evlenen ama daha sonra ben bu işi beceremedim diyerek vazgeçen ama yine de “Toplum hayatının kaynağı, çağdaş aile hayatıdır” diyen bir insan Babadan oğula saltanatı devretmek için ille ki bir erkek çocuk yapma peşine düşmez miydi?

Atatürk diktatör olsaydı; "Ey yükselen yeni nesil, istikbal sizindir. Cumhuriyet'i biz kurduk, O'nu yükseltecek ve sürdürecek sizlersiniz" der miydi?

Atatürk diktatör olsaydı; "Tam bağımsızlık, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür" der miydi?

Atatürk diktatör olsaydı "Beni görmek demek ille yüzümü görmek değildir. Benim düşüncelerimi, benim duygularımı anlıyorsanız bu yeter" der miydi?

Atatürk diktatör olsaydı "İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu ‘ben’ kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir!” der miydi?

Atatürk diktatör olsaydı; ki onun diktatör olmadığını ispatlayan en önemli görüş ve söylemi de budur: "Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir" der miydi?

Onun Ardından...

Atatürk hakkında gerek yaşarken gerekse vefat ettikten sonra dünyada ileri gelen kişiler de şu cümleleri kurmuşlardı onun için;

Yunanistan başkanı, Eleftherios Venizelos 1933 yılında; “Bir ulusun hayatında bu kadar az sürede bu denli kökten değişiklik pek seyrek gerçekleşir… Bu olağanüstü işleri yapan Mustafa Kemal, hiç kuşkusuz kelimenin tam anlamıyla büyük adam niteliğine hak kazanmıştır ve bundan dolayı Türkiye övünebilir”

İngiliz Generali Sir Charles Townsend 1922 yılında; “Ben şimdiye kadar on beş hükümdar ve Cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal'de büyük bir ruh kudretinin esrarı var”

Fransa Başbakanı Edouard Herriot 1933 yılında; “Paşa, size nasıl hayran olmayayım? Ben Fransa'da laik bir hükümet kurmuştum. Bu hükümet Papa'nın Paris'teki temsilcisinin yardımı ile papazlar devirdi. Sizse bir halife'yi kovdunuz ve gerçek anlamıyla laik bir devlet kurdunuz. Siz, bu taassup içinde laikliği bu topluma nasıl kabul ettirdiniz? Dehanızın büyük eseri laik bir Türkiye yaratmak olmuştur”

ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt; “Benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır. Sovyet Rusya hariciye nazırı Litvinof ile görüşürken kendisine onun fikrince bütün Avrupa'nın en kıymetli ve en ziyade dikkate değer devlet adamının kim olduğunu sormuştum. Bana Avrupa'nın en kıymetli devlet adamının Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal olduğunu söyledi.

İşte buydu Mustafa Kemal Atatürk…

Böyle bir bilgeydi. “Ferrari”si falan da yoktu ki satsın. Hiçbir şeyi yoktu. Vatanı ve milleti dışında… Nitekim öldüğünde, tüm para ve mal varlığını da vasiyetiyle Türk milletine bıraktı

Şimdiki dünya liderleri gibi korumalar ordusu eşliğinde, silahların gölgesinde dolaşmazdı O, halkının arasında… Bir bakarsın bir köyde, bir bakarsın bir kahvehanede, bir bakarsın bir plajda ve halkıyla iç içe… Onlarla sohbet eder ve onları büyük bir dikkatle dinlerdi. Laf olsun diye değil, anlamak için sorar ve dinlerdi.

Yoktan bir ülke yarattı, yoktan bir millet yarattı, bunları yaparken de ayrımsız tüm insanlarını kucakladı. Hepsinin dertlerini dinledi ve onlara istekleri doğrultusunda, düşünüp en iyi imkanları sağlamaya çalıştı. Gerektiğinde öğretti, gerektiğinde eğitti, gerektiğinde büyüttü ve o millet bu nedenle onu 70 küsur senedir hala unutmadı, unutturmaya çalışanların tüm çabasına rağmen… Ve unutulmayacak da sonsuza kadar…

Yazdıklarım bende iz bırakanlar onu göremediğim onunla tanışamadığım halde okuyarak onu her gün biraz daha tanıyor ve hayretlere düşüyorum. Hakkında sonsuz cümle ve sonsuz kitap yazılabilecek, kıskanılacak bir liderdi o…

Türk milleti onur ve gurur duyuyor “Ata”sı ile…

19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun....


kaynak

Devamını Oku »

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Disleksi (Okuma Güçlüğü)


Dislektik bireylerde görülen okuma güçlükleri, disleksi türlerine ve yaşa göre değişmekle birlikte genel olarak dislektik bireylerde görülen davranışlar şu şekildedir:

Yönleri karıştırma, Saat, hafta, gün ve mevsimleri öğrenme ve kullanmada güçlük, Uzunluk ve büyüklük kavramlarını sıkıntı, Rakam ve matematiksel sembollerin öğrenilmesinde güçlük, Rakamları okuma ve yazmada güçlük, “b” ve “d” ve “p” harflerini karıştırma, “E” harfi ve “3” sayısını karıştırma, Cümleye büyük harfle başlamama, Akranlarına göre okumayı geç öğrenme, Yazarken harf atlama, Ayna hâli yazı yazma, Tutuk konuşma, Okunaksız yazma,Yavaş okuma, Yazılı ödevlerden kaçınma, Yazarken noktalama hataları yapma, Sınav korkusu, Okula gitmede isteksizlik, Kelimeleri/harfleri/sesleri öğrenmede güçlük, Verilen talimatları takip etmede güçlük, Kelimeleri harflere veya hecelere ayırmada güçlük, Organize olamama, Davranış bozuklukları, Asabiyet, Harf ve kelimeleri tanıyamama, Kendi ismini bile yazamama, Kafiye yapan kelimeleri tanıyamama, Harfleri kelimelerle bağdaştıramama, Heceleri yan yana koymakta güçlük çekme, Tek heceli kelimeleri okuyamama, Okumaktan nefret etme görülebilir, Çocuğun ifade edebildikleri bildiği ve düşündüklerinin çok gerisindendir

Yukarıda verilen sorunlarına sahip olmalarına karşın dislektiklerin bazı güçlü yönleri de bulunmaktadır. Bu yönler şöyle sıralanabilir:

Olaylara farklı bakış açısı ile bakabilirler. Yüksek bir empati güçleri vardır. Ek süre verildiği takdirde okumada fark edilebilir bir gelişme gerçekleştirebilirler. İleri görüşlü bireylerdir. Pek çok kişinin aksine büyük resmi görebilirlerEn az normal düzeyde bir zekâya sahiptirler. Hayal güçleri oldukça geniştir. Yaratıcıdırlar.

Her sorunda olduğu gibi, disleksi ve diğer öğrenme güçlüklerinde de erken tanı oldukça önemlidir. Erken tanı, gerek özel öğrenme güçlüğünün sağaltımında başarı oranını yükseltmesi, gerekse çocukların duygusal problemler geliştirme riskini azaltması yönünden büyük önem taşımaktadır.


DSM-IV’te disleksi tanısına ilişkin verilen ölçütler şu şekildedir:
A. Bireysel olarak uygulanan standart doğru okuma ya da kavrama testleri ile ölçüldüğünde, bireyin kronolojik yaşı, ölçülen zekâ düzeyi ve yaşına uygun olarak aldığı eğitim göz önünde bulundurulduğunda okuma başarısı beklenenin önemli ölçüde altındadır.
B. A tanı ölçütündeki bozukluk, okul başarısını ya da okuma becerileri gerektiren günlük yaşam etkinliklerini önemli ölçüde bozar.
C. Duyusal biz bozukluk varsa bile okuma zorluğu genellikle buna eşlik edenden çok daha fazladır.

Bu Yazıyı Beğendiyseniz,Arkadaşlarınızla Paylaşabilirsiniz !

kaynak

Devamını Oku »

8 Temmuz 2012 Pazar

Diskalkuli (Matematik/Aritmetik Güçlüğü)

“dys” Yunanca yetersiz anlamına gelirken, “calculia” ise Latince “calculare” kelimesinden gelir ve hesaplama anlamındadır. Diskalkuli ise (dyscalculia) hesaplamada yetersizlik anlamına gelir.



Alan yazında acalculia olarak da isimlendirilen diskalkuli, aritmetik becerilerin kazanılmasını etkileyen bir öğrenme bozukluğudur.  Bireyin kronolojik yaşı, ölçülen zekâ düzeyi ve yaşına uygun olarak aldığı eğitim göz önünde bulundurulduğunda matematiksel becerilerinin beklenenin önemli derecede altında olması ile tanımlanır. Diskalkuliye sahip bireyler, okula devam eden popülasyonun %5-6’sını oluşturmaktadır. Disleksinin aksine kadın ve erkeklerde görülme sıklığı benzerdir. Diskalkuliye sahip bireylerin gösterdiği davranışlar ise şu şekildedir:

 Sayıların sembollerini tanımada güçlük, Rakamları öğrenememe, Matematiksel kavramları anlamada güçlük, Matematik dilini anlamada güçlük, Matematiksel olguları öğrenmede ve hatırda tutmada güçlük, Matematiksel yöntemleri öğrenme ve hatırda tutmada güçlük, Yetersiz problem çözme becerisi, Görsel-uzamsal karışıklık, Matematik terimlerini ve kavramlarını isimlendirmede güçlük, Yazılı problemleri matematiksel problemlere dönüştürebilmede güçlük, Yazmada olumsuzluk, Sayıları ve sembolleri tanımada güçlük, Şekil kopya etmede güçlük, Eldeli sayıları toplamayı unutma, Tek haneli sayıları toplamada başarısızlık Matematiksel adımları sıraya koyma Operatör işaretlerinin yeniden organize edilmesinde ve bir problemin parçalarını ayırmak için çizgiler kullanmada başarısızlık, Objeleri saymada güçlük, Çarpım tablosunu öğrenme, hatırlama ve kullanmada güçlük, Çarpma ve bölme sayılarının uygun sıralanmasında güçlük

Genel olarak öğrenme güçlüğünde de verildiği gibi diskalkuliye sahip bireyler bu davranışların tamamını ya da bir kısmını gösterebilirler. Diskalkuli için DSM-IV’te  verilen tanı ölçütleri ise şu şekildedir:


A. Bireysel olarak uygulanan standart testlerle ölçüldüğünde, bireyin kronolojik yaşı, ölçülen zekâ düzeyi ve yaşına uygun olarak aldığı eğitim göz önünde bulundurulduğunda matematiksel becerileri beklenenin önemli ölçüde altındadır.
B. A tanı ölçütündeki bozukluk, okul başarısını ya da matematik becerileri gerektiren günlük yaşam etkinliklerini önemli ölçüde bozar.
C. Duyusal bir bozukluk varsa bile matematik becerisi sorunları genellikle buna eşlik edenden çok daha fazladır.

Bu Yazıyı Beğendiyseniz,Arkadaşlarınızla Paylaşabilirsiniz !

kaynak

Devamını Oku »

5 Temmuz 2012 Perşembe

İçimizdeki Sonsuz Potansiyeli Kullanma Kılavuzu

“Motivasyon duş almak gibidir. Fazla uzun götürmez. O yüzden hergün yenilenmesi gerekir.” Zig Ziglar
Bir arkadaş ortamında, en az 10 yıllık arkadaşlarımla beraber sohbet ediyorduk. Konu konuyu açtı ve kendimi onlara üniversite yıllarımı anlatırken buldum. Duydukları karşısında son derece şaşıran en yakın arkadaşlarımın tepkisi “Esra biz seni böyle bilmezdik” olmuştu:)





Onların bu kadar şaşırmalarının nedeni, beni çalışkan ve sorumluluk sahibi biri olarak tanıdıkları için. Halbuki anlattığım hikayede ben, bunun tam tersi bir profil çiziyordum:)
Gelin size bu hikayeyi anlatayım. Okuyacaklarınızdan sonra, siz de mucizelere ve bu mucizelerin sıradan insanlar tarafından yaratılabileceğine inanacaksınız.
1994 yılında üniversiteye başladığımda, henüz 17 yaşıma yeni girmiştim. Büyük şehre adaptasyon, aileden ayrılma ve yurtta yaşamaya başlama gibi hayatımda gerçekleşen dramatik değişimlere rağmen, ilk iki yıl boyunca derslerimde gayet başarılıydım. Çünkü ilk yıl ingilizce hazırlık sınıfıydı. İkinci yıl ise -yani mühendislik eğitiminin ilk senesi- lisenin uzatılmış hali gibiydi.
Her şey mühendislik 2.ci sınıfta başladı. O zamana kadar okul hayatım boyunca hiç yaşamadığım ilk şoku yaşadım ve iki dersten birden çaktım.
Bu durum pek çoğunuza gayet sıradan gelebilir. Ancak benim gibi okul hayatında 5 üzerinden 4 aldığında bile üzülmüş, anaokulundan itibaren aldığı tüm karnelerin toplamında bir elin beş parmağını geçmeyecek sayıda 4 olan ve liseyi 2.ci olarak bitirmiş birini düşünürseniz, bu durumun oldukça ego sarsıcı olduğunu anlayabilirsiniz:)
Hazırlık sınıfında tanıştığımızdan beri hiç ayrılmadığım sevgili dostum Zerrin de, okul başarısı anlamında beni aratmayacak bir geçmişe sahipti. Ama ne yazık ki o da, aynı benim gibi, dersten çakmak neymiş o yıl öğrendi:)
Sonraki yıl, Zerrin ve ben, yurttan tanıştığımız bir başka arkadaşımızla beraber eve çıktık. Normal şartlar altında, okul hayatımızın iyiye gitmesi, en azından daha da kötüye gitmemesi beklenirken, bizimki resmen dibe vurdu. Hem de ne vurmak! Hiç abartmıyorum, 3. sınıftaki derslerin tamamından çaktık.
4.cü sınıfa başladığımızda karşımızdaki manzara aynen şu şekildeydi: 2.ci sınıftan 2 tane, 3.cü ve 4.cü sınıfın tamamı olmak üzere, verilmesi gereken tamı tamına 29 tane ders! Hem de öyle böyle değil, tabiri caizse, hepsi de baba gibi dersler:)
O zamanki okul sistemi, bu derslerin tamamını aynı yıl alabilmemize olanak sağlıyordu ama, gel gör ki, bunca ders nasıl verilecekti:) Öylesine strest altındaydık ki, kendimizi resmen yemeye vermiştik:) Ben hayatımda hiç o kadar kilo aldığımı hatırlamıyorum. Bayanların kilosu söylenmezmiş ancak size şu kadarını söyleyeyim, şimdiki kilomdan en az 15 kilo fazlaydım!
Ailelerimiz, işlerin eskisi kadar iyi gitmediğinin farkındaydı ama durumun bu kadar da vahim olduğunu tahmin etmiyorlardı sanırım. Düştüğümüz bu çukurdan nasıl çıkacağımızı kara kara düşünürken, kahramanımız işte tam da bu esnada hayatımıza bir ışık gibi girdi. Zerrin’in annesi Hüsniye teyze!
Ben hayatımda onun gibi birini tanımadım. Ne kadar şefkatli, anlayışlı ve sevecen biri olduğunu anlatamam. Onun yanındayken içinize tatlı bir güven duygusu giriveriyor. Aşılması çok zor görünen çetin dağlar, tatlı iniş çıkışları olan yokuşlara dönüşüyor.
Hayatı boyunca pek çok zorluğun üstesinden başarıyla gelmiş olan Hüsniye teyze için, bizim gibi iki serseriyi hizaya sokmak çocuk oyuncağı sayılırdı. Baktı ki bu kızlar kendini salıvermiş, “şunlara bir el atayım da kendilerine gelsinler” dedi belli ki:) İlk dönemin sınavları başlamadan bir süre önce yanımıza geldi ve bize resmen yaşam koçluğu yaptı.
İşte Hüsniye teyze’den yaşam koçluğu sırları:
- İçinde bulunduğumuz durum için bizi asla yargılamadı, suçlamadı, yaptığımız hataları yüzümüze vurmadı.
- Gerek sözleri, gerekse de davranışlarıyla her zaman olumluydu ve bizi hep motive etti. Böylece kendimize yeniden güvenmemizi sağladı.
- Sabah erken kaldırdı ve gece vaktinde yatmamızı sağlayarak, ritmi bozulan biyolojik saatimizi düzeltti.
- Düşük kalorili, sebze ağırlıklı ama lezzetli yemekler hazırladı.
- Ders çalışma saatlerimiz uzadığında, yanımıza gelip “hadi mola zamanı” derdi. Bu molalarda etimekli ve doğal meyve şekerli harika tatlılar hazırlayarak bizi hem ödüllendirir hem de abur cubur ihtiyacımızı giderirdi.
- Gün içinde muhakkak bizi dışarıya yürüyüşe çıkarırdı. Avcılar sahiline yaptığımız bu yürüyüşlerden sonra oradaki parka oturup yanımıza aldığımız sandviç, çekirdek, vs gibi yiyecekleri yer ve havadan sudan sohbet ederdik. Bu sayede stresimiz inanın ki ciddi miktarda azalıyordu.
- Yine ders molalarında, balkon sefası yapardık. Bize Türk kahvesi yapar ve üstüne bir de güzel fal bakardı. Onun baktığı fallarda hep iyi şeyler görünürdü. Örneğin; yarınki sınavda çok başarılı olacağımız, çok güzel yerlere tatile gideceğimiz, çok güzel haberler alacağımız, vs. Hepsini uydurduğunu bilsek de, çocuk tarafımız bir şekilde bunlara inanır ve mutlu olurdu:)
- O zamanlar, hem ben hem de Zerrin fosur fosur sigara içerdik. Hüsniye Teyze, sigara dumanına karşı çok hassas olmasına rağmen, bir gün olsun bundan şikayet etmedi. Biliyordu ki, onca yükün üzerine, sigarayı bırakma stresini kaldıramazdık. Elbet gün gelecek her ikimiz de sigarayı ebediyen bırakacaktık.
- Sürekli nasihat veren anne moduna hiçbir zaman girmedi. Tam tersine o çok iyi bir dinleyiciydi.
- Yaptığı iyiliklerin ve fedakarlıkların altında bizi hiçbir zaman ezmedi ve psikolojik baskı yapmadı. Biz, hep beraber çok iyi vakit geçiren üç kafadar gibiydik.
- Ve her şeyden önemlisi, bize sevgisini her zaman, koşulsuzca, bol bol sundu. Sınavımız iyi de geçse, kötü de geçse bize her zaman şefkatle yaklaştı.
kaynak
Devamını Oku »

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Bedensiz Seyahatlar

“Can boşlukta astar gibi gizlidir, beden döner durur yorgan altında; bilesin ki bedensiz bir bedene de sahipsin!”


Beden dışı yolculukların varlığına gönderme yapan nice mesajları var Mevlana’nın; onlardan birisiyle açtık bu günkü röportajın perdesini.


Duyular dışı algılamaların, aklın sınırlarını zorlayan psişik yeteneklerin gizini çözerek isabetli tezler geliştirmek üç dişli maymuncukla milyonlarca kilit açmaya çalışmak gibi; heyecan verici ama epey zorlayıcı!


Varlıksal alanda meydana gelmeye devam eden, her daim tespit etme ve ölçüye vurma olanağımızın bulunmadığı normal ötesi hadiseleri mercek altında incelerken, sonsuz sayıda bilgi kilitlerini tek tek çilingir tezgahından geçirerek uymayan anahtarları elemeniz gerekiyor, ki hakikate sadece bir gıdım daha yaklaşılsın.


Psişik yeteneklerin bazı kişilerde tezahür eden olağanüstü gelişkinliği, kimi durumlarda hiç bir özel bir çaba göstermeden kendiliğinden ortaya çıkıveren normal ötesi olgular başlı başına aydınlanmaya muhtaç bir fenomen olarak yanı başımızda bekliyor, spiritüel alemin de en ilgi çeken konularından birisi olarak…


Duyular Dışı Algılamalar/Beden Dışı Deneyimler kulvarında epeyce kulaç atmış bir yüzücüyle, araştırmacı bir dostla söyleştik geçenlerde, elbette “derKi” için kayda geçerek.


Sevgili Nusret Sefa Yılmaz genç yaşına rağmen epey uzun zamandır bu yollara ter akıtanlardan.


İRAD bünyesinde devam eden halka açık konferanslarda bilgi aktarımlarına yıllardır devam eden bu değerli dost yaşam yönünü belirleyen ana yolu erken seçenlerden, emin adımlarla menzile doğru sakince yürüyenlerden, yürürken de zengince birikenlerden.


Ege Meta Yayınlarının hazırlığında yer aldı yıllardır; adı geçen yayınevinden çıkmış “Telepati” isimli kitabının ikinci baskısı tükendi; şimdilerde ise geniş bir araştırma ve titiz derlemeler neticesinde oluşturduğu “Astral Seyahat Teknikleri” isimli kitabını çıkarma hazırlığı içinde.


Ruhsallığa yakın duran-durmayan pek çok kişinin ilgisini çeken bu fenomeni henüz kitap çıkmadan birlikte didikleyelim istedik, bir kilide anahtar uydurabilecek miyiz bakalım!


kaynak

Devamını Oku »

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Altın Postun Peşinden İstanbul’a...

Bazen korktuğunuzu hisseder misiniz? Ya da iyice tembelleştiğinizi. Korku mudur sizi tembelleştiren yoksa tembelliğiniz midir size korkuyormuşsunuz hissini verdiren. Böyle psikolojik soruları sevmem ben gerçi. Ben kendimi iyi biliyorum. Hem tembellik ediyorum, hem de korkuyorum. Bu yüzden de kendime içsel bir hapishane yarattım, ne yerimden kalkıyorum; ne de adım atıyorum. Oturduğum yerden yapılamayacağına dair ne kadar bahane varsa da sıralıyorum ve daha da beteri “iyilik” adına da bunları söylüyorum karşımdakine zaman zaman. Halbuki benim yaptığım baykuşluktan ibaret; yoksa öyle olacağından değil olayların gelişimi. Bazen tutuyor ötüşlerim bu da bana “Ben demiştim” egosunu kullanma fırsatını veriyor; çoğu zaman da yanılıyorum o da bana kapak oluyor işte. Aslında ne kadar kısır bir döngü…

Ve hayat sizlere sürekli turnusol kağıtları yollayıp duruyor eğer görmeyi niyetliyseniz size sizdekini yansıtmak adına. Benim turnusol kağıdımın adı da “İzmirna Fotoğraf Atölyesi İstanbul Saha Çalışması” oldu.


Seferin Öncesinde…

Aslında her şey Bahadır Karabıyık Hoca’nın “Hadi bakalım Argonotlarım, İstanbul Saha Çalışması yapıyoruz” duyurusuyla başladı. Okur okumaz da hemen aklımın güzel baykuşu ötmeye başladı: “Amaaan İstanbul’da da saha çalışması mı? Bu sıcakta hem de… Hem de Sultanahmet’te mi? Milyon kere gördüğümüz yer…” Ukalalığın ve dudak bükmenin daniskası. Halbuki atölyenin saha çalışmalarına katılmaya bayılıyorum. Ama hani “İstanbul’u biliyorum ya…”

Sonrasında mı Bahadır Hoca’ya bir sürü ötmeler baykuş misali. “Hocam trafik felaketmiş İstanbul’da. Hem çok yorucu olacak, cesediniz çıkacak yorgunluktan valla kolay gelsin,” demeler ve Bahadır Hoca’nın da en sonunda “Hasancım böyle olumsuz düşünme, bak o kadar güzel olacak ki” yanıtı. Benim de bir anda aslında ne yaptığımın farkına varmam. Sanki daha önce Mısır yolculuğu öncesinde bana da aynısı yapılmamış gibi: “Deli misin Mısır’a gidilir mi? Orası güvenli değil ki… Hem ne kadar pis bir memleket…” diye saydırmalarına zerre aldırmayışım ve kalbimde her şeyin harika gideceğini biliyor olmam, dün gibi. Ama hani insan “eleştirdiklerine dönüşürmüş ya” bir süre sonra; daha birkaç ay önce bu durumu yaşayan ben, o “ne olumsuz ötüyorlar” diye eleştirdiklerime dönüşüvermiştim işte. Bunu anladığım anda da bana yapılacak tek bir hareket kalmıştı: Ne olursa olsun İstanbul Saha Çalışması’na katılmak. Ya gerçekten haklı çıkacak, yorgunluk bitkinlikten ölüp trafikten sinir olacaktım veya bunların hiçbirinin yaşanmadığını görüp nasıl bir baykuşluk yaptığımla iyiden iyiye yüzleşecektim… Yanıtı bulmam için de bu yolculuğa çıkmam şarttı…


Ruhun Nefesi

“Altı üstü bir fotoğrafçılık kursunun çekim etkinliği yahu, amma da abarttın; ne o öyle yolculuklar falan” diyenler de olabilir elbette. Saygı duyarım… Siz hayata nasıl bakarsanız, o da size öyle bakar. Ben yaşam sürecimi, bir hedeften diğerine varmayı hedeflemek üzerine değil de yolculuğun farkına varmayı ve bunun sürecinden keyif almayı öğrenmek üzerine kurmaya çalışıyorum. “Önemli olan varılacak yer değildir, yolculuk hedefin kendisidir” bakışını yaşamayı öğreniyorum. Bunun için de illa Himayalar’a bir Budist manastırına gitmem gerekmiyor; ya da mistik bir guru peşinde koşmaya… Ben bu deneyimi doğrudan Narlıdere Belediyesi içindeki bir fotoğraf kursundan da alabiliyorum işte. Hayat bazen o kadar da karışık değil hani, size çok basit görünen yollarla da ulaşabiliyor. Yeter ki siz görmeye açık olun. Yoksa alıp alabileceğiniz, aç kamera kapa fotoşopla sınırlı kalabiliyor. Böyle yaşanmış bir hayat da hani yine bir hayat modeli ama bana ruhu çok eksik geliyor. Yaşam size ruh üflemiyor çünkü, siz ruhun içinde yaşadığınızı farkedip ciğerlerinizi onunla dolduruyor ve sonra da o ruhu geri üflüyorsunuz… Böylece nefes alıp vermeye başlıyorsunuz aslında. Diğer türlüsünde ise yaşayan milyarlarcası gibi aslında nefes bile alıp vermeden geçirip bir ömrü ayrılıp gidiyorsunuz buralardan…


Taksim’den Galata’ya…

Gece İzmir’den başlayan otobüs yolculuğu sabahın ilk saatlerinde İstanbul’da nihayetlendi. Sonra da servisle doğru Taksim’e. O anda en saf halimle Bahadır Hoca’ya “Hocam, buradan finikülere bineriz oradan da raylı sistemle doğru Sultanahmed’e otelimize. Yormayalım kendimizi” dedim ama o da “Hmm, önce İstiklal Caddesi’ne bir bakalım da Hasancım” yanıtını verdi. Tabii ne bileyim bu bakışın Sultanahmed’e kadar yürüyüşe denk olacağını. Cuma günü zaten tüm gün koşuşturmaktan yorulmuştum. Bir de üstüne dokuz saat otobüs yolculuğu ve şimdi de sırtımda yedi kiloluk çanta ile upuzun bir yürüyüş… Ama bu daha ne ki?

Hani size söyleniyormuşum gibi geliyor da aslında sabahın yedisinde İstiklal Caddesi’nden yürümek farklı bir deneyimdi. Daha doğrusu şunu anladım ki İstiklal Caddesi’ne lezzetini veren o insan kalabalığı. Sokaklar bomboş ve dükkanlar kapalı iken cadde sarımsaksız mantıya benziyor hani. Bu yüzden açıkçası jet hızıyla geçiyoruz İstiklal’i ve Karaköy’den aşağı Galata Kulesi’ne doğru salıyoruz kendimizi. Hani ben sırt çantasına alışmadığım için omuzlarım çökmüştü de yürüyüş iyi de geliyordu aslında. Özellikle İstiklal’den aşağı inen sokaklar günün bu saatinde çok güzel görünüyorlardı ve tabii davrandık deklanşörlere. Fotoğrafları milyonlarca kez karelenmiş sokakları, sokak kedilerini, ayyaşları, pencereleri, sardunyaları, yaşlı teyzeleri bir de biz çekelim dedik kendi kadrajımızla. Zaten şu dünya üzerinde hiç çekilmemiş olanı çekmek mümkün mü? Pek değil, ama senin kadrajından nasıl görünüyor bu evren, işte yaşama sunabileceğimiz en güzel şey bu. Kimisi resimleriyle yapar bunu, kimisi yazılarıyla, kimisi şiirleriyle, kimisi dansıyla, kimisi mimari eserleriyle, kimisi de fotoğraflarıyla… Dünya başlıbaşına “özgün” bir gezegen olabilir de milyonlarca kişinin göremediğini görmek asıl maharet. Ama senin gördüğünün gibi gören öncüller de olmuş elbet. İşte o noktada vazgeçmeyip, bu da benim bakışım, benim varoluşum, benim eklenişim bütünün güzelliğine diyebilmektir sanat.

Galata’dan Sultanahmed’e…

Hani “Amaaan daha önce kaç kere geldim İstanbul’a” ukalalığım vardı ya, Galata Kulesi’nin dibinde bana kapak oldu. O kadar geldin gittin gezdin ettin madem de niye ilk kez geliyorsun buraya diye sorarlar adama. Ben de kendime sordum. Hep uzaklardan görmüştüm ve çocukken maketini bile yapmıştım da yakından görününce cidden çok etkiledi beni bu Doğu Roma kulesi. Doğu Roma mı, Bizans değil miydi o yahu? Hayır! Bizans sonradan verilen bir isim Doğu Roma İmparatorluğu’na. Onlar kendilerini Romalı kabul ederlerdi ve Romalılardı da… Her ne kadar ne doğulular, ne de batılılarca sevilseler ve ortalık malı gibi davranılsalar da bin yıl yaşayan muhteşem bir imparatorluktan bahsediyoruz burada. Bizler Cüneyt Arkın filmlerindeki kötü kahkahalı Bizans kargası hain Polemon’dan ibaret sansak da bu imparatorluğu, tarihi bilenler onlar önünde saygı duruşunda bulunurlar elbet ve geçmişin bu büyük insanlarına da onların hak ettiği üzere “Doğu Romalı” demek boynumuzun borcu.

Geniş açı mı, dar açı mı; HDR mi, yoksa tek kare mi; acep kaç F değerinde çeksem düşünceleri arasında gidip gelen fotoğraf acemisi bendeniz de en sona kalıp karelerimizi tamamladıktan sonra tabanvayımızla yollandık doğruca Galata köprüsüne. Bahadır Hoca’ya “Hocam yaf şuradan binsek tramvaya” seslenişimiz “Galata Köprüsü’nden size bir şey göstereceğim” ekosuyla yanıtlandı tahmin edildiği üzere. (Zaten konu Bahadır Hoca olunca göstereceği şeyler asla bitmez.) Biz de çıktık Galata köprüsü üzerine. Her Türk fotoğraf amatörünün yaptığı kadrajı yaptık bol bol ki “Galata Köprüsü üzerindeki balıkçılar” klasiğidir bu. Hatta lazın birisi tarafından fena halde fırçalandım “Napacaksin ki daaa benum fotorafimu,” şeklinde. Sonra Hoca’nın peşinden yürümeye devam ettim de şimdi yazarken düşünüyorum Hoca neyi gösterdi bize diye. Hmmm! Önemli olan neyi göstereceği değil, köprünün üzerinden geçerken gördüklerimizdi sanırsam ama hani “bir şey”le işaret edince… Neyse…

Antik Çağın Dev Stadyumu

Sultanahmet’teki otelimize geldiğimde beni çok büyük bir sürpriz karşıladı. Otel efsanevi Bizans Hipodromundan kalan son duvarlara bakıyordu. Öyle bir stat düşününki zamanında yüz bin kişiyi alıyor olsun içine. Binyıl kadar Doğu Roma’nın kalbinin attığı yerdi burası. Hatta Nika Ayaklanması adı verilen olayda otuz bin Doğu Romalı, ayaklandıkları Justinyanus’un komutanı Belisarious tarafından burada katledilmişti. İşin ilginci bu ayaklanma Hipodrom’daki iki büyük takımın taraftarları tarafından çıkartılmıştı. Yeşiller ile Maviler kanlı bıçaklı iki taraftar grubuydu ve nerdeyse Hipodrom’daki her yarıştan sonra büyük olaylar yaşanırdı. (Allah allah nereden tanıdık bu acaba? Tarih tekerrürden mi ibaret demişti birileri.) Hatta derler ki Doğu Romalılar gladyatör oyunlarına ihtiyaç duymamışlar çünkü her yarış sonrasında iki grubun kavgalarını izler veya doğrudan katılırlarmış. Nika Ayaklanması’nda ise iki taraftar grubu birleşir ve İmparator Justinyanus’a başkaldırıp şehrin altını üstüne getirirler. Ayasofya başta olmak üzere birçok binayı yakıp yıkarlar, hatta kendilerine yeni bir imparator bile seçerler. İmparator Justinyanus tam arazi olmaya hazırlanırken karısı Theodora “Hop nereye?” mihvalinde bir konuşma çeker kocasına ve o da kaçmaktan vazgeçer. Yeşiller ve Maviler spor taraftarlarından öte siyasi partiler gibi oluşumlardır aslında. Maviler soyluların, yeşiller ise orta ve alt tabakanın gruplarıdır. Justinyanus kaçmaktan vazgeçtikten sonra komutanları Maviler grubunun liderlerini satın alırlar önce ve Maviler isyandan tüyerler yavaştan. Geriye kalan Yeşilleri de stadyumda kıstıran askerler büyük bir katliam yaparlar. İşte bu kanlı olayların da yaşandığı efsanevi Hipodrom’un üzerinden -ki bugünkü Sultanahmet Meydanı’dır-, yürüyerek otelimize geldiğimde, Hipodrom’un kalan duvarlarını görmek bana büyük mutluluk yaşatmıştı.

Yapı”taş”larımız…

Tarihsel anıt ve yapılara “taş” deyip geçebilirsiniz belki; ama bir de onları kendi mevcudiyetinizin yapı”taş”ları olarak da görebilir, kabullenebilir, sahiplenebilir ve yaşayabilirsiniz. Osmanlı zamanında ne yapacağız ya bu “taş”ları deyip Avrupalılara onları yağmalama izni verirken, Avrupa o “taş”lar üzerinde inşa ediyordu kendi medeniyetini. Şimdi oralara gezmeye gittiğimizde bizlere çok modern ve medeni geliyorlarsa onlar, “taş”lara “aman ya” diye bakmadıklarındandır işte; onları temellerine oturtmalarındandır bu ülkeleri medeniyet seviyesinde bu kadar ilerleten. Peki ya bizler ne yaparız üzerinde yaşadığımız bu “taş”arla? Yanıtını hepimiz biliyoruz.

“Geçmişini kabullenmeyenin geleceği olamaz.” Bizim resmi ideolojimiz bu sözü sever “de” Türklerin Anadolu’daki tarihini 1071’de başlatır ve önceki dönemleri de müzelere kapatır. Halbuki Anadolu toprakları 1071’den önce de onbinlerce yerleşim yerinden oluşuyordu ve bu topraklar üzerinde yaşayan birçok kültür vardı. Türkler de göç ederek bu halklarla karıştılar. Genetik haritalarımıza baktıralım isterseniz, nerdeyse bu topraklar ve çevresindeki hemen her bölgeden bir parçamız çıkar. Bizler Orta Asyalı olduğumuz kadar İyonyalıyız da, Hititliyiz de, Urartuluyuz da, Doğu Romalıyız da, Karialıyız da… Bizler her şeyden önce Anadoluluyuz… Ne zaman bunu kabulleneceğiz, işte o zaman yerlerde sürünen özgüvenimiz ayağa kalkacak Anadolu insanları olarak. İki Avrupalı, üç Amerikalı gördüğümüzde kendimizden geçiyoruz. Adı yabancıysa farklı, Türkçeyse farklı muamele ediyoruz; ama esas malzeme bizde. Çok özel topraklarda yaşıyoruz, ama kendi yapı”taş”larımızı “taş” deyip geçiştirdikçe, bizim “taş”larımızla kendilerine medeniyet oluşturanların “taş”ak oğlanı oluyoruz hiç kusura bakmayın. Mevcudiyetimizin temellerini taa Anadolu’da yaşayan ilk insanlardan aradığımızda ve en sonunda Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyetiyle birleştirdiğimizde ise tüm dünya Anadolular’ın ne kadar “taş”aklı olduğunu görür. Bunun için illa yeni bir Atatürk beklememize gerek de yok. Gerekli tüm malzemelere sahibiz işte. Geriye kalan inşa etmesi… Bu inşayı da Kültür Bakanlığı’ndan beklemeyeceğiz herhalde. Önce bizde başlar bu adımlar. Bunun için de öncelikle “taş”ların ruhunu hissetmeyi denemeliyiz. Çünkü evrende varolan her şey ama her şey, “Ruh”un parçasıdır ve ne kadar çok hissedebilirsiniz, o kadar çok birleşirsiniz “Ruh”la. “Ruh”la birleştikçe de kendinizle birleşirsiniz ve yaşamınız değişir baştan aşağıya…


Hani Yahu Nerede Gezi?

Hipodrom’dan girdim nereden çıktım hani de söylemiştim size, yolculuğun amacı sadece varılacak nokta değildir. “Saha çalışmaları”nın hele ki İzmirna Fotoğraf Atölyesi’nde bizlerin yaptıklarının amacı da sadece fotoğraf değildir. Kamera, kadraj, diyafram vs. bunlar sadece birer araçtır. Esas amaç önce “Ruh”u hissedebilmek, sonra da bunu fotoğraflar aracılığıyla yansıtabilmektir. Bunun için sadece fotoğraf teknikleri değil de “Sanat Tarihi” görüyoruz atölyede, oturup tartışabiliyoruz Bahadır Hoca’yla sanat üzerine, felsefe üzerine, yaşam üzerine, güzellik üzerine… Böylece anlam kazanıyor gittiğimiz gezdiğimiz yerler, fotoğrafladığınız mekanlar…

Oteldeki kahvaltımızdan sonra doğrudan Meydan’a daldık ve başladık dolaşıp fotoğraf çekmeye. Aslında gezdiğimiz her mekan üzerine yazabileceğim o kadar çok şey var ki bu yazı uzar da gider. Arkeoloji Müzesi’ni mi anlatsam Sultanahmed Camii’ni mi? Ayasofya’yı mı dillendirsem Kariye Müzesi’ni mi? İsmail Acar’ın Pargalı İbrahim’in Sarayındaki olağanüstü sergisini mi paylaşsam, Galata köprüsündeki martıların coşmuş hallerini mi? Surdibi’ni mi söylesem, Dolmabahçe Sarayı’nı mı? İki gün içinde o kadar çok mekana gittik ki… Zaman içinde farklı yazılarımda buralarda deneyimlediklerimi de paylaşırım elbet ama hani her şeyi bir anda da boca etmemek lazım.


Bahadır Hoca ile sevimli Argonot Cevdet

Argos’un Yolculuğu

İki günün sonunda ise halimiz tahmin edilebileceği üzere fiziksel olarak haraptı. Geride kalan son beş Argonot, İzmir otobüsü için Beşiktaş Barbaros Bulvarı’ndan yukarı yürürken savaştan çıkmış Romalı askerler gibiydik. Altın Post’u bulamamıştık belki, ama aramamıştık da hani. Altın Post yolculuğun kendisiydi zaten. Ama ben kendi adıma bir post bulmuştum, daha doğrusu baykuşluğun postunu üzerimden atmıştım. Korkunun kapısından geçmiştim bir kere daha ve İzmir’e döndüğümde kendimi artık her istediğimi yapabilecek güçte hissediyordum ve hissettiğim o duyguyla da atölyenin Facebook duvarına şunları yazdım:

Ayak parmaklarım su topladı, tabanlarım ve sol bileğim şişik, bir de üstüne pişik, omuzlarım kilolarca sırt çantasını taşımaktan çökük, artı çanta kayışından tahrişli, kaldırım kenarlarına oturmaktan popomun şaftı kaymış halen üzerine zor oturuyorum, fiziksel yorgunluğumu anlatmaya bile imkan yok... Ama değdi mi? Her gününe, her saatine, her dakikasına... İstanbul alan çalışmamız muhteşemdi. Daha önce İstanbul'a defalarca gitmiş, hatta aynı alanları defalarca çekmiş olmama rağmen bu sefer ki bambaşkaydı. Önce burun kıvırıp, ‘Nasılsa hep giderim’ yapıp sonra da çark edip otobüse atladığım için çok mutluyum. Evet, İstanbul'a yine gidebilirim, ama bu ‘çok’ farklıydı. Hele ki Bahadır Hoca'yla birlikte "canlı" kadrajlar yapmak çok öğreticiydi. Unutulmaz bir deneyim oldu ve cidden bu atölyenin ruhu saha çalışmalarında yatıyor... ‘Argonot’ bir espri gibi geliyor belki ama bir ruhun adı... Ve bu ruh pek çoğumuzun yaşamlarını değiştirebilecek ve renklendirebilecek güçte... Hem daha sefer yeni başladı... Derslere geliyorsunuz eyvallah da gemiye atlamayıp sefere çıkmaya hazır mısınız? O zaman ıvıydı vıdıydı diye düşünmeyin ve sadece atlayın. Bakalım Argos bizi nerelere götürecek... 


kaynak

Devamını Oku »

Etiketler

acı affetme Affetmek aile akıl Alglamada Anlatm Aramak ARINMA Aroma Astroloji Astrolojik Aynalar Bahar başkaları Bayram beden Beden dili Bedensiz BEREKET beyin Beyinde Beyni Beynin Beyniniz bilgi bilim bilimsel bilinci Bilincine bilinçaltı Bilmek birey Bitkisel bolluk BOLUK Burak cümle çekim dalga damla Davet Deerlerimizin degerli Deniz Depresyonun DERSLER Detoks Dikkat Dilek Disgrafi Disleksi düşünce Egoist egzersiz EGZERSZ ekmek eleştiri. öfke emsimizi enerji Enerjilerinin Epifiz Eruhunuzu evlilik evren fayda FAYDALANMAK FAYDALARI Felsefe fizik fiziksel Fregoli frekans garip GCJoseph Gcyle geçmiş Gelecek geliim gerçek GERDE gerilim Gidecek Gizemli gizli güven güzel harika Hasta hastalık Hastalklar Hayal Hayallerinizin hayat Hayata HAYIRLI Hikaye Hiperaktivite Hipnozu hissederim Holografik Hologram Hoşgörü hoşgörüsüzlük huzur huzurlu Illuminati ilâc ileti İletişim inanç insan insanlar Kabala Kadim kaos Karanlk kavga kelime Kelimeler Klasik korku Korkular KORUMA Korunma Kristaller kuantum Kuantum Fiziği kurallar Kyamet liste LKLERMZ madde Makbul MEKTUP Melek Merak Mevlana Mevlanann Mezar Mftolunun Moloküler mucize Mucizeleri MUTSUZ NAMASTE Nazar Nefret neşe Niyet ODAKLANMA Okuma Okyanus olacaksn olumlama olumlamas olumlu olumsuz para paralel Paranormal Patolojik Peeling Peinden pozitif POZTF Pratik PRATK PROGRAMLAMA Psikoloji psikolojik Quantum Düşünce Rahat RAHATSIZLIIMIZ refah Reformist Romantik ruh Ruhsal sağlık Sanat seniz sevgi sıkıntı sistem Sonsuz sorumsuzluk sorun sorunlar Stres Sufizm suyun şifa şükretme tabiat tedavi Tehlikeli teori Terapi tesadüf toplum Uymasn üzüntü zaman Zarar zeka zellikleri zenginlik zerine zihinsel