Yanıtı hep uzakta ararız.
Yanıt içerikli olmalıdır.
Basit ve kolay ulaşılan yanıtlar bizi şüpheye sürükler…
“Gerçekten de böyle mi?“…
Sorgularız, tatmin olmayız bir türlü.
Oysa hep “içine dön” der öğretiler… İçine bak.
Bunu öğrendik ya, ruhsal anlamda bakmaya çalışırız içeriye, bakarız “öz”de ne var…
Ama, bir de yaşayan organizma var elimizin altında, beden. İçeri bakarken onu unutmamak gerek.
İçine bak. Yanıt sana en yakın yerde; içinde…
Hücrelerimizin isimleri olsaydı -Ahmet, Mehmet ya da Zeynep- kaç isim var olurdu içimizde?
Sayısız. Ben bunları yazarken bedenimde milyonlarca hücre doğuyor ve milyonlarca hücre ölüyor. Yine de genel bir rakam verecek olsam 100 trilyon civarında diyebilirdim…
Bunların çoğu ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçük. 40.000 kırmızı kan hücresi bir “O” harfinin içini ancak doldurabiliyor. Bazı tek hücreli organizmalar bağımsız hayat sürüyorlar, diğerleri ise organize gruplar halinde dağınık bir şekilde yaşıyorlar. Siz bu satırları okurken, sinir hücreleriniz, ne okuduğunuza dair mesajları beyine iletiyor, göz yuvarlaklarınıza bağlı kas hücreleri gözünüzü sayfa üzerinde gezdirebilmenizi sağlıyor. Tek başına bir hücre tüm işletim, haberleşme, yönetim sistemleriyle bir şehir yapısında çok işlevli ve bütün.
100 trilyon varlık yaşamını sürdürüyor bedeninizde.
Ya gözlerimi bedenimden dışarıya, dünyaya çevirsem kaç isim sayabilirdim dünya üzerinde?
Şimdi 7 milyar kadar oldu… Çoğalmaya devam ediyor.
Peki, gözlerimi biraz daha öteye, dünyadan uzağa, gökyüzüne çevirsem kaç isim sayabilirim evrenin
içinde?
Görünür evrende tahmin edilen yıldız sayısı 30 milyar trilyon…
Evrene göre dünya bir hücre, dünyaya göre siz bir hücresiniz, size göre bedeniniz hücrelerden oluşuyor. Tek tek ismini sayamadığımız, varlıklarının bile farkında olmadığımız milyarlarca var oluş. İç içe… Bize göre birbirine yabancı.
Halbuki, var oluş sistemi siz farkında olsanız da olmasanız da, bilseniz de bilmeseniz, tanıdık ya da yabancı görseniz de işliyor. Bütünün refahı birbirleriyle olan uyumlarına bağlı… Her gün milyonlarca hücre ölürken milyonlarcası doğuyor. Bu devamlılık demek ya da süreklilik.
Hücrelerle tanıştığınızda disiplinli varlıklar olduklarını görüyorsunuz. -Böyle isimleriyle bakınca onları sevmeye başladım, tanışıklık iyi geldi.- Kendi yaşamlarını idame ettirecek her türlü donanıma sahipler. İhtiyaçları olanların bir bölümünü -enerjileri buna dahil- kendileri sağlıyor, geri kalanını dışarıdan alıyorlar. Son derece seçici ve titiz, hiçbir başıboş gezinen madde hücrenin izni olmadan içeri giremiyor. İçeride lüzumsuz hiçbir molekül yok. Dışarı çıkışlar da aynı titizlikte. Bu yaşam formu normal şartlarda kendini idame ettirebiliyor, koruyabiliyor, yaşatabiliyor ve devamlılık sağlayabiliyor.
Peki, ne zaman bu mükemmel düzen bozulur?
Hücrenin yapısı bozulduğunda… Her hücre doğduğu andan itibaren yaşam programı ile birlikte ölüm programına da sahip, buna kontrollü hücre intiharı diyorlar. Sirkülasyon yenilenmeyi sağlamak için… Ancak, bazen hücreler anormal davranışlar sergiler ve düzeni bozarlar, mesela bölünüp çoğalma komutu etkisini yitirir ve hücre kontrol edilemeyen bir şekilde büyümeye başlar ya da hücre zarı kalınlaşır, hücrenin dış dünyası ile bağlantısını ve iletişimini keser. Sonuç bizim tabirimizle “hastalık”.
Bugün, bedenlerimizin hastalandığını deneyimleyebiliyoruz. Yine bugün bazıları dünya hasta diyor. Biliyoruz ki dengeler bozuldu.
Şimdi yapılan tüm çağrılar dengenin yeniden kurulabilmesi için. Evren-dünya-insan arasındaki ilişkide birine özen gösterirken diğerini unutmadan. İnsan önce kendi dengesi ile başlamalı değişime.
Uyum ve sevgi ise bütünlüğün kabulüdür.
Sınırları seviyoruz, güven ve sahiplenme duygusu veriyor. Dünya üzerindeki hücreler -her birimiz isimlendirilmiş güzel varlıklar- olarak biz de hücre zarları içinde yaşıyoruz. Görünen sınırlar dış dünya ile iletişimi ve alış verişi kolaylaştırıyor. Bana ait olanlar, sana ait olanlar… Almam gerekenler, vermem gerekenler… Sirkülasyon ile sağlıklı bir yaşam…
Bu kadar basit ama keşke bu kadar kolay olabilseydi… Dedik ya insan karmaşık şeyleri daha çok seviyor, öyle değilse de karmaşıklaştırıveriyor.
İnsanın sınırları maddesel bedenin ötesinde zihninde ve ruhunda da var olmaya devam eder. Bana ait olan; yani artık alışkanlığım ve asla vazgeçmek istemediğim. Sana ait olan, benim olmayan ve aslında benim olmasını istediğim. Almam gereken; ama istemediğim, vermem gereken; ama bırakamadığım…
Kısaca, var oluş düzeninin ve yaşamın reddi. İkilem dünyası.
Hücreyi hasta eden komut karmaşası gibi, bir emir şimdi büyüme derken diğeri bölünüp çoğalabilirsin diyor. Bir tarafınız bunu yapma derken diğeri bunu istiyorum diyor…
Statüko tuhaf bir durum. Rahatlık alanı. İkilem dünyası bizi zorlarken statüko çöldeki vahaya benziyor. Bir bebeğin rahatlatıcı oyuncağı gibi içinde kendimizi rahatlattığımız bir konum. Sahip olma ve bildiklik rahatlığı. İkilemden kaçarken “Evet, işte şimdi böyle iyiyim” düşüncesi ile birlikte kendimizi bağladığımız bir sabitleyici… Zaten denge yoksa yürümektense durmak daha iyi. Ama nereye kadar durabilirsiniz?
Bildiğiniz herşey geçmişe aittir. Gelecek bilinmeyendir…
“Korkuyorum?”
“Neden?”
“Bilmiyorum?!”
İnsan güven ister, bilmek ister. Gelecek ise hep bilinmeyenin perdesi arkasına saklanmayı sever.
O halde sınırı çizmek gerek!
Bilinmeyenden korumak için kendinizi, sınırı çizdiğiniz anda hücre zarınız kalınlaşmaya başlar. Artık giriş çıkışlara izin yok. Sınırın bu tarafı geçmiş. Öte tarafı gelecek. Sınırı çizdiğiniz anda kendinizi geçmişe hapsettiniz. Artık bildiğim yerde, bildiğim yaşamda, bildiğim “ben”deyim. Ne yazık ki bildiğim her şey geçmişte kaldı…
Yaşam değişir, değiştirir.
Yavaş yavaş olduğunda değişim fark edilmiyor. O zaman korku yok. Kimse akşam yatıp sabah yeni bir “ben”e uyanacağı endişesi ve paniğini duymaz, keyifle uykuya teslim ederiz kendimizi.
Düşünmeyiz, uyku ölüm gibidir. Her sabah güneşle birlikte bizler yeniden doğarız. Korkmayız, akşam neşeyle yatıp sabah huzursuz kalkmış olsak bile, hala herşey aynıdır bize göre. Günü planlarız, bilinmeyen bildik olur, güven duyarız. Ve ertesi günü de planlarız hatta yaz için tatil planı, daha da ileri gidip emeklilik için yatırım planı yaparız… Yaşam güven dolu gözükür bize. Kontrol bizdedir.
Yaşam ise sadece kendine güvenir ve değişir. Değişirken değiştirir. Biz bu esnada neyi kontrol ediyoruzdur?
Bedenimizdeki 100 trilyon hücrenin doğumunu ve ölümünü mü? Evrendeki 30 milyar trilyon yıldızın döngüsünü mü?
Gelecek bilinenin içinde bilinmeyendedir. Sınır ötesinde. Orada var oluşun kendi ritmi, uyumu ve sistemi mevcut. Sistem kontrole ihtiyaç duymaz, herşey olması gerektiği gibidir. Kontrol etmek isteyen, edebilirsin diyen sadece bizim zihnimiz, statükoya bağlılığımız; o zihin “değişim benim istediğim gibi olsun” der.
Yaşam ise kendi akışında olduğunda sağlıklıdır. Kendi ritmine, döngüsüne sahiptir. Sınırlar çizildiğinde, hücre zarı geçirgenliğini yitirdiğinde, biz izin vermediğimizde hastalanır. Önce insan hastalanır, sonra dünya… Ve sonra yaratılış düzeni devreye girer, durumu dengelemek için.
Geleceğe ilerleyebilmek için gözleri de ileriye çevirmek gerekli. Sınırın geçirgen olması, şimdi gerekeni almak ve şimdi gerekmeyeni vermek için cesaret gerekli. Şimdi gereken veya gerekmeyen dün ile ölçülemez. Dün geçmişte kaldı. Her zaman yaptığınız artık sizin için en iyisi olmayabilir. Yaşamı anlamak için yaşamı okumayı öğrenmeli. Ve her değişime teşekkür etmek gerekli, sağlıklı yaşama imkan verdiği için.
Sağlıklı yaşam.
Kişi için önce kendi bedenini uyumlu ve dengeli hale getirmekle başlar. Maddesel beden ihtimam ve ilgi ister. İyi beslenmesi, temiz ve hoş tutulması gerekir. Manevi beden de kendini beslemek arındırmak ister. Her iki beden arasında uyum ve alış veriş olmalı, eğer hücre zarınız kalınsa ve sınır sert çizildiyse -aşırı maddiyat ya da maneviyat- iletişimleri kesilir, o zaman insan yaşamdan uzaklaşır. Katı olmayın.
Sonra kişinin kendi geçmişi ve geleceğini birleştirmesi gerekir. Sınır çizgisi kalınsa geçit veremezler birbirlerine -ya geçmişte yaşar insan ya da geçmişi görmezden gelir sadece gelecek için çalışır-, bütünlük kaybolur… Geçmiş geleceğe yürüdüğü yoldur insanın. Yol benzer olabilir, belki de tamamen farklıdır ve yabancı ama geçmişten gelir adımlar ve ilerisi güvenle keşfedilmeyi bekler…
Güven yoksa korku vardır, korku varsa sınır vardır, sınır varsa yaşam yoktur, yaşam varsa güven vardır.
Özgür iradesiyle seçebilir insan, bedenindeki hücreler gibi bir görev verilmemiştir doğumunda. Ancak, görev vardır, kendini tanıması beklenir ve kendini geliştirmesi. Her ne kadar görev başta verilmediyse de herkesin bir yapacağı vardır bu yaşamda. Kendini tanıdığında ve yaşamı okuduğunda bugün nereye uyum sağladığını, neye ihtiyacı olduğunu ve yarın nereye gideceğini bilir.
Tıpkı bedeninizdeki hücrelerin yalnız olmadıklarını bildikleri gibi, evet bir hücre zarı vardır etraflarında ama esnek ve geçirgen. Her hücre kendi ritminde güvenle işlevini yerine getirir, yaşar ve yaşam verir. Bütünün içinde.
İnsan da artık yalnız olmadığını fark etmeli. Pasaport kontrol sadece zihnimizde. Onu dış gerçekliğe taşıyan bizden başkası değil. Var ettiğimiz gibi yok da edebiliriz. Bu dünya üzerinde birlikte nasıl yaşadığımıza bir bakın, sonra bedeninize bakın. Bu yaşamdaki uyumu ve uyumsuzluğu hemen görebilirsiniz. İkisinin de dilleri aynı, okumayı bildiğinizde farkı yok.
Bütünlük uyum demektir.
İnsanın şimdi, uyuma, güvene ve sevgiye ihtiyacı var. Alması gerekenler bunlar. Bırakması gerekenler ise korkuları ve yabancılaşması.
İnsan, bu dünyada geleceği yaratan.
Gelecek uzakta değil, hemen sınırın ötesinde, insan için sevgi ve güvenle yürünecek bir yol mesafesinde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder