“Kuantum Düşünce Tekniği”ni yazalı beş yıl oldu. Giderek artan bir ilgiyle karşılandı bu kitap. “Kuantum Sıçrama” kitabı ise, daha derinlemesine bilgilerle dolu. Özellikle, kişiliğinizin temelini oluşturan “çekirdek inanç” çok önemli bir konudur.
Ve bu modelin her defasında nasıl işe yaradığını görmek, sizin için de şaşırtıcı olacak. “Kuantum Uygulama” derin düzeyde bir çalışmayı içerir. Daha çok hücresel düzeyde bir çalışmayı. Ayrıca ailesel kaderle ilgili ortak enerjiyle ve ortak morfo genetik alanla ilişkili çalışmaları da kapsar. Bu yüzden derin, kalıcı ve güçlü bir etki yapar. Bütün dünyada, artık insanla ilgili her konuda bütüncül bir yaklaşım söz konusu. İnsan; zihin, beden ve ruh üçlemesinden oluşuyor çünkü. Bu üç kısımdan en etkili olanı “ruh”tur. Yâni insanın “kendisi” ya da Ben. Seçimleri yapan bu “Ben”dir ve olaya bu açıdan bakmadıkça, sorunlara çözüm bulmak da imkansızlaşır. İnsan gökte ya da yerde olmayı kendisi seçer. “Çekim Yasası” gerçekten çok önemli bir sır. “Benzer, benzerini çeker” diye özetleyebileceğimiz bu kural, ne düşünür ve ne beklersek, onun gerçek olacağına dair evrensel ve kadim bir yasayı ortaya koyar. O halde hayatınızda iyi şeylerin olmasını istiyorsanız, iyi şeyler düşünmeniz gerektiği çok açıktır. Bu konuda bu aralar pek çok kitap çıktı. Özellikle “Sır” adlı kitap sansasyonel bir etki yaptı. Harika! Kaderciliğe ve acizliğe indirilmiş bir darbeydi bu ve tam da en uygun zamanda yayınlandı. Ancak, hiçbir şekilde görmezlikten gelemeyeceğimiz çok önemli iki yasa daha var: Hak Yasası ve Tekâmül Yasası. Bu iki yasa hakkında “Kuantum Düşünce Tekniği” kitabında açıklamalar bulabilirsiniz. Çünkü hayat sâdece “düşün ve istediğini elde et!” gibi basit bir formülle özetlenemez. Olumlu bir şekilde düşünebilmek için, önce çekirdek inancın değişmesi gerekir. İkinci olarak, elde ettiğiniz şeylerin hak çizgisine uygun olmaları şarttır. Üçüncü olarak ise, elde edeceğiniz şeylerin, o an sizin tekamülünüz için uygun olmaları bir zorunluluktur. “Gerçek neden acıdır?” Çünkü ego, gerçekten hoşlanmaz. Onun varlığı, gerçek olmayanın üzerine kurulmuştur. Bu yüzden, gerçeklerin üzerleri örtülür ve bir süre sonra sır olarak kalmaya başlarlar. Hayatınızın bütün sorunları, sahte kimliğiniz tarafından üretilir. Bu, birinci gerçektir. Kaldırılamayacak kadar çıplak mı bu gerçek? KUANTUM ÖNERMELER İnsan, kendi Tanrısal potansiyelini ortaya çıkarmak için yaratılmıştır. Hayatımızın tüm araçları bu ana amaca hizmet ederler. İşimiz, ailemiz, sosyal ilişkilerimiz ve maddi kazanımlarımız, bedenimiz ve hayat deneyimlerimiz, bunların hepsi, özümüzde var olan Tanrısal niteliklerin ortaya çıkmaları için birer araçtır. Araçları amaç haline getirdiğimizde, ki bunu sık sık yaparız, sistem, bizi tekrar sahaya çekmek üzere işlemeye başlar. Zihin ile beden ve dış dünya ile insanlar arasında sibernetik bir etkileşim mevcuttur. İnançlarımız, düşüncelerimiz ve duygularımız dış dünyada nelerin olup-biteceğini birebir belirleyen enerjilerdir. Dolayısıyla, zihinde ne varsa, dışarıda da o olacaktır. Tersine bir deyişle, dışarıda olup-biten her şey, zihinde olup-bitenlerin açılımından ibarettir. Siz, eninde-sonunda size bir haksızlık yapılacağına inanıyorsanız, hiç merak etmeyin bu gerçekleşecektir. Başarmak için koşuşturup-duruyor, ama sonuca ulaşamıyorsanız, bilin ki aslında başarıdan korkuyorsunuzdur. İnsan bedeni, düşünceyi somut bir biçime dönüştüren çok boyutlu bir yapıdır. Düşünceler ve duygular, nörolojik düzeyde başlayan bir süreç aracılığı ile değişik kademelerden geçerek çeşitli fizyolojik etkiler oluştururlar. Düşünceler, nöro-peptitler aracılığıyla kimyasal reaksiyonlara dönüşürler. İnsanın en büyük çelişkisi, kendisini koruma içgüdüsü ile kendisini ifâde etme emri arasındaki karşıtlıktan doğar. Beynin ilkel kısmında kodlanmış olan kendini koruma içgüdüsü ile ruhtaki gelişme emri arasındaki dengesini yitirdiğinde, kişi, yerinde çakılır-kalır ve bir süre sonra bedeni de buna uygun tepkiler göstermeye başlar. Kendimizi koruma yanımız, hep bir güvenlik arayışı peşindedir ve bu nedenle gereken her şeyi yapması için, beynimizi ve bedenimizi zorlar. Ruhtaki gelişme arzusu ise, mutluluk ve haz peşindedir, sâdece güven içinde olmak ona yetmez ve sonunda mutlaka bu kısmımız, diğerini alt eder. En ideali, bu iki kısmın birlikte ve uyum içinde çalışmalarıdır. İnsan kendi seçimlerinde özgürdür ve karşımıza çıkan sonuçları yaratan da bu seçimlerdir. Yaşamımızla ilgili bütün sonuçlar, bizim seçimlerimizle oluşurlar. Sorunlar, ancak sürüngen (ilkel) beyinde kayıtlı olan strateji değiştirilirse çözülebilirler. Diğer bütün çalışmalar (Reiki, Meditasyon, Biyoenerji, NLP, Nefes Terapileri, Akupunktur) ya bilinç düzeyinde, ya bilinçaltı düzeyde, ya enerji düzeyinde ya da duygu bedeni düzeyinde işlem yaparlar. Sürüngen beyin ise, bütün biyolojik varlığımızı kontrol eder ve bizim çevreye yaydığımız temel enerjiyi belirler. O yüzden sürüngen beyindeki kaydı değiştirmek, hayati bir önem taşır. SÜRÜNGEN BEYNİ TAKDİMİMDİR Doğrusunu bildiğiniz halde, yanlışını yaptığınız zamanlar oldu, değil mi? Daha iyisini yapacağınızı bildiğiniz halde, kendinizi sınırladığınız. Sanki kendinizi ikiye bölünmüş gibi hissettiğiniz zamanları hatırlıyorsunuz değil mi? Kafanızın arka tarafındaki küçücük, ama çok önemli bir organdan söz edeceğim şimdi: “sürüngen beyin”den! Beynimizin alt ve arka tarafında, evrimin ilk aşamalarından, bir sürüngen olarak yaşadığımız dönemden bize miras kalan bir bölüm bulunur. Adına: “Serebellum” denilen bu kısım, yaşamımızı sürdürmekle ilgili olan reflekslerimizi oluşturmakla yükümlüdür. Bu nedenle de: Yemek, içmek, barınmak ve kendini güvende hissetmekle ilgili konularla ilgilenir. Burası, “aklın çekirdeği”dir aslında. Ancak bu organ, çok basit bir mantıkla iş görür. Onun için her şey ya siyahtır ya da beyazdır veya iyi ya da kötüdür. Ya durmalı ya da kaçmalıdır. İşte bizim bilinçli zihnimizle; iyi olmayı, başarılı olmayı, sağlıklı olmayı istememize rağmen, bunlara ulaşmamıza engel olan, beynin bu kısmıdır. O, sâdece hayatta kalmakla ilgilenir, mutlu olmakla değil. O “en azından” mantığıyla çalışır. En azından bir maaş, en azından yatacak bir yer, en azından bir eş, en azından yaşamak...Fakat bu “en azından” mantığı, bir süre sonra hedeflenen sonucun da elden gitmesine yol açar. Çünkü bu, işe yaramayan bir stratejidir. Bizim tarafımızdan iletilmiş olan bir kararla sürüngen beyin tarafından oluşturulan yaşam stratejisi, bir “çekirdek inanç” doğmasına yol açar. Ve her şey, bu çekirdek inanca göre şekillenir. Buradaki “her şey” gerçekten “her şey”dir. Bilinçaltı matriksimiz, kişiliğimiz, ilişkilerimiz ve tüm “kaderimiz”dir. • Sesi çok güzel olan genç bir kadının, tam da hayallerini gerçekleştireceği bir sırada boğazında nodül çıkmıştı. • Bir başkası, büyük bir şirketin genel müdürü ve çok başarılı bir yöneticiyken, babası ile yeni bir işe giriştiklerinde, bu işi batırmak için özellikle çaba harcadığını fark etmişti. • Bir adam, çalıştığı şirkette çalışkanlığı ve yetenekleri ile en tepe noktaya geldiği an işten çıkartılmıştı. Daha doğrusu kendisini işten attırmıştı! Çünkü sürüngen beynin stratejisiyle, bilinçli aklın amaçları çatışıyorlardı. Ve o da, bu çatışmanın arasında kalıyordu. Aynı anda iki farklı emri birden beyninin içinde duyuyor ve birbirleriyle çelişen bu iki emre de uymaya çalışıyordu. Ve sonunda strese giriyor, bedeni de bir hastalık ya da bir sonuç üretiyordu. Emin olun ki, bu gibi durumlarda kazanan, her zaman sürüngen beyin olur. Göğüslerimizde tümör oluşmasına ya da ay sonunu zar-zor getirmemize sebep olan veya birdenbire bütün yeteneklerimizi sıfırlayan odur. Mutlu olmadığımız bir ilişkiyi sürdürmemizi sağlayan ya da yeni bir ilişkiye girmemize engel olan da odur. Sürüngen beynimizdeki stratejiyi değiştirmeden, yaşamımızı değiştirmemiz asla mümkün olmaz. Sürüngen beyin, üstüne vazife olmayan bir işi yapmaya kalkıştığında çuvallar. Sâdece yaşamı sürdürme düzeyinde bir zekaya sâhip olan bu organ, birdenbire yaşamla ilgili kararlar veren bir otorite haline gelir. Sürüngen beynin temel stratejisi, kabaca şöyle bir çelişki içerir: “Peşinden koş, ama sakın ona ulaşma!” Ulaşılmak istenen sonuç her şey olabilir; aşk, sevgi, cinsellik, bolluk, güç, yaratıcılık, sağlık, bilmek, hatırlamak, her şey! Örnek verirsek, asla kaldıramayacağı ve aslında kendisiyle ilgisi de olmayan bir takım sorumlulukları kaldırmaya çalışan bir kişide, bir süre sonra kaçınılmaz olarak bel ağrıları ve fıtık ortaya çıkar. Hayatınızın bir amacı vardır. Ve yaşadığınız her şey, bu amaca hizmet eder. Bu amaç, ruhunuzun çekirdeğinde öylece durmaktadır. Ve ne olursa-olsun, ne kadar zaman geçerse-geçsin, kendisini mutlaka gerçekleştirecek gizli bir proje olarak, sizin tarafınızdan oluşturulmuştur. Evet, çok fazla çıplak bir gerçek bu, kabul ediyorum. BEDEN VE ZİHİN ARASINDAKİ İLİŞKİ Beden ile zihin bir bütünün sibernetik parçalarıdır. Birbirlerini etkilerler. Burada, bedenin en gizemli sistemleri olan nöro-transmitterlerden söz etmek gerekiyor. Sinir sistemindeki impulsları hücrelere ileten bu kimyasallar sayesinde, beynin nöronları bedenin geri kalan bölgeleriyle konuşur ve haberleşirler. Transmitterler bir tür mesaj taşıyıcılardır. Bunlar, bütün hücrelerin yaşamlarına etki ederler. Düşünmek, beynin kimyasını devreye sokmak ve hücrelerin, bedenin her yanına tepkiler göndermelerini teşvik etmek anlamına gelir. Uyuyan bir kedinin omurilik sıvısından ufak bir miktar alıp, uyanık bir kediye şırınga ederseniz, o da derhal uyumaya başlar. Hayvanı uyandırmak için de, uyandırıcı bir kimyasalı omuriliğe şırınga etmek gerekir. Bizim acıya karşı direncimizi oluşturan şey, beynin ürettiği “endorfin” ve “enfaklin” biyo-kimyasallarıdır. Örneğin “dopamin” adlı bir transmitterin, şizofrenlerin beyninde anormal denecek düzeyde çok olduğu gözlemlenmiştir. Burada iki türlü düşünebilirsiniz; ya onlar salt bu nedenle şizofren olmuşlardır ya da şizofren oldukları için beyinlerinde bu madde artmıştır. Zihin, maddi bir şey değildir. Ama yine de bu karmaşık iletişim molekülleri ile birlikte çalışabilecek bir yöntem geliştirmiştir. Örneğin yalan makinesi, yine bu önerme temelinde iş görür. İnsanların o andaki nabız atışları, göz bebeklerindeki değişmeler, ses tonlarındaki frekans değişimleri ya da tükürükleri incelenerek yalan söyleyip-söylemedikleri anlaşılır. Bâzı insanların neden bolluk içinde yaşamak istedikleri halde, yokluk içinde bulundukları ve neden nitelikli ilişkiler kurmak istedikleri halde, çatışmalar yaşadıkları da bu yolla ortaya çıkar. Çünkü zihinde ne varsa, dış dünyada da o olur. Hücresel bellek düzeyinizdeki kayıt neyse, hayat da size onu verir. SİZİN ZİHNİNİZ ONLARIN ZİHNİYLE BİR BÜTÜNDÜR Nerede bir iletişim sorunu varsa, orada mutlaka şu üç yanlışın yapılıyor olduğunu gözlemlerim bana öğretti: Beklenti, suçlama, yönlendirme. Düşüncelerimiz, zaman ve mekân sınırı tanımadan başka insanlara ulaşabilirler. Bu, hayatın en önemli sırlarından birisidir. Siz kendiniz için ne düşünüyorsanız, insanlar da sizin için onu düşünürler. Değersiz olduğunuzu düşünürseniz, insanlar da size değer vermezler. Değerli olduğunuzu düşündüğünüzde ise, aynı insanların size değer verdiklerini görürsünüz. Onlar size, sizin istediğinizi verirler. Aynı bir Kuantum fotonu gibi davranırlar. Bir “Kuantum Çalışması” yaptığımız genç bir kadın, bir ay sonra şaşkınlık içinde şöyle diyordu: “Çok tuhaf. Kocam sanki bana biat etti. Bir dediğimi iki etmiyor. Hâttâ bir ara bana “sana neden daha önceleri kötü davranıyordum bilemiyorum” bile dedi. “Geçenlerde bana bin yüz liralık bir telefon aldı. Oysa önceleri sâdece yüz liralık bir cep telefonu kullanıyordum. Ne oldu şimdi, ben değiştiğim için mi o da değişti?” Sâdece insanlar mı? Hayır, daha da fazlası var. Her tür şey. Organlar, mekanlar, kavramlar bile değişir! Morfik Rezonans Kuramı’nın bulucusu Rupert Sheldrake türlerin birbirleriyle “morfik bir alan” vasıtası ile iletişim kurduklarını söylüyor. Bu görüşün esası, benzer titreşime sâhip olan kaynakların birbirleriyle rezonansa girmeleri bilgisine dayanır. Örneğin bir odadaki gitarın “la” sesi titreştiğinde, aynı odadaki örneğin piyanonun “la” tuşunun teli de titremeye ve “la” sesini çıkarmaya başlar. Dünyanın belli dönemlerinde bâzı fikir akımlarının birdenbire moda oluvermesinin nedeni belki de budur. 68’lerde Hippilik akımıyla başlayan savaş karşıtı gençlik hareketi ve 80’lerdeki bireysel refah arayışları bir anda sanki gizli bir emirle bütün dünyaya yayılmıştı. Bazen de bilimsel bir buluş, dünyanın farklı yerlerinde farklı bilim insanları tarafından aynı anda yapılır. Shaldrek, işi daha da ileri götürerek, örneğin bir arabayla bir kez kaza yapılınca, bunun metalde bir kayıt haline geldiğini iddia ediyor ve aynı arabanın sık sık kaza geçireceğini ileri sürüyor. ZİHİN NEYSE, DÜNYA ODUR! Dış koşulların geçici olarak değiştiği zamanlarda bile, durumun bir süre sonra tekrar zihnin haritasına uygun olan pozisyona geri döndüğü olaylar, bu görüşü desteklemektedirler. Yâni zihinsel dünya değişmezse, dış dünyanın değişmesi, durumu değiştirmiyor. Eninde-sonunda dış dünya, zihinsel dünyamıza uymak zorunda kalıyor. ÇEKİRDEK İNANÇ HEP TEKRAR EDEN OLAYLARI OLUŞTURUR “Çekirdek inanç” neyse, hayatın kendisi de o olur. Bu yasa, holografik mantığa da uyar. En küçük birimdeki yazılım, bütünün bilgisine sahiptir ve uygun koşullar sağlandığında, tek başına “bütünü” yeniden oluşturabilir. Nasıl ki bedenin en küçük bir parçası (kan, idrar, hücre gibi) bütün beden hakkındaki bilgileri iletirse, çekirdek düşünceler de kaderimiz hakkında bilgi verirler bize. Çekirdek inancın döngüsü neyse, hayatın döngüsü de o olur. Parayla, işle, ilişkilerle ve her şeyle ilgili olan inançlarımız ve beklentilerimiz kendilerine uygun sonuçlar yaratırlar. Örneğin, dünyanın adaletsiz bir yer olduğuna inanan bir kişi haksızlıklara uğrar, hayatın zor olduğuna inanan bir kişi ise, zorluklarla mücadele etmekten kurtulamaz. Fakat insanlar bu gibi kısır döngülerinin farkında değillerdir. Çünkü sürüngen beyinleri, o konuda kör bir nokta yaratmıştır. TEPKİSEL ZİHNİ DEVREYE SOKAN SEVGİSİZLİK ÖRNEKLERİ Daha anne karnındayken istenmediğini hisseden bir bebek, yaşamsal anlamda kendisini güvende hissetmez. Ve hemen devreye, sürüngen beyninin tepkisel zihni girer. Kaygılı ve korku içindeki bir hamile anne de aynı etkiyi oluşturur. Çocukta, anne-baba arasındaki bağırtılı kavgalar da, ilkel bir düşünce tarzını devreye sokan önemli bir durumdur. Toplumun büyük bir kısmını, küçükken cinsel tacize uğramış olan yetişkin insanlar oluşturur. Çoğu, bu gibi deneyimlerini bastırmış ve bilinçaltına itmişlerdir. Fakat bunların etkileri çok ağır olarak, bütün hayatları boyunca devam eder. Acı olan, bu işi ailedeki çok yakınların yapıyor olmalarıdır. Baba, dayı, ağabey gibi. Bu gibi tacizler aile büyükleri tarafından bilindiği halde, çeşitli bencilce sebeplerden dolayı üstleri örtülmektedir. Anne-babanın çocukları için kendilerini feda etmeleri, çocuğun da kendisini onlar için feda etmesine yol açar. Bir de çocuklarına “aman sen dur, biz hallederiz” diyen aileler vardır. Onlar da çocuklarının güvensiz ve pısırık olmalarına yol açarlar. Aşırı katı ve kuralcı bir ailede yetişen bir çocuk, eleştirici ve memnuniyetsiz birisi olur-çıkar. DEĞİŞİM TAKVİMİ Birinci dönem, “ikinci kişiliğin tahliye” dönemidir. O, pılısını ve pırtısını toplayıp-gitmek üzeredir. Bu yüzden kişinin yaşantısında kısa süreli gel-gitler ortaya çıkar. Bu süreç, yaklaşık kırk günü kapsar. Bu dönemde “ikinci kişilik” âdeta “iyot gibi” açığa çıkar. Bir katılımcı bir seminer sonrasında bana şöyle demişti: “Gece yatağa yattığımda kafamın içinde bir konuşma duyuyorum.” “Ne diyor sana?” diye sorduğumda ise, şu cevabı almıştım: “Sorun, senin değerli olduğunu bilmende değil, bunu sen zâten biliyorsun, sorun başkalarının seni değerli bulmayışında.” Tam bir ego sesiydi bu. Atı, arabanın arkasına koyuyordu. Bunun üzerine ben de ona şunları söyledim: “Bu ses senin ‘ego sesin’ ve o ses hep vardı. Ama sen onu, kendi düşüncelerin sanıyordun. İlk kez kendi dışında algılıyorsun onu. Bu nedenle sana tuhaf geliyor.” Daha sonra, artık yeni kişiliğinin kuralları geçerli olmaya başlar. Örneğin kolay kolay “hayır” diyemeyen birisi, yavaş yavaş “hayır” demeye ve kendi haklarını talep etmeye başlar. Böyle olunca, çevresinde kendisini ezen ve kullanan insanlar, yeni kurbanlar aramak üzere onun yanından uzaklaşırlar. Bir sonraki dönem “hizalanma” dönemidir. Çevresinde yer alan, ama kendisini çok fazla mutlu etmeyen ve ona bir faydası olmayan kişiler yavaş yavaş sahneyi terketmeye başlarlar. Kimi zaman da, bâzı kısa geri dönüşler yaşanır. Uzun süre bastırılmış olan öfke duyguları serbest kalırlar ve kişi bu duruma şaşırarak: “Ne oluyor bana?” diye düşünmeye başlar. Ya da kendini tam olarak ifâde edemediği ve yeteneklerini de tam olarak kullanamadığı mesleğini veya işyerini değiştirir. Hayatınızda bolluk ve bereket akışı başlar. Sağlık sorunlarınız varsa, bunlar çözülmeye başlar. Üçüncü çeyrek “mucizeler” dönemidir. Ya da önceki kişiliğinizin “mucize” olarak tanımlayacağı şeylerin dönemi. Her şey kendiliğinden, kolayca, en iyi şekilde ve planlasanız bile olamayacak kadar mükemmel olduğu için buna “mucize” dersiniz. Bir sonraki dönem “yeni hayat” dönemidir. Bu dönem, her şeyin tam da sizi ifâde eder bir biçimde gerçekleştiği dönemdir. İçinde oturduğunuz ev, onun bulunduğu semt, yanınızdaki eşiniz, çevrenizdeki insanlar ve yaptığınız iş tamamen sizi yansıtır. Sizi mutlu eder. Şükretmek, bedenin çevresindeki manyetik alanı güçlü kılar, bu da kendinize bolluğu ve iyiliği çekmenize yol açar. Şükür, yaşadığınız her şeyi sizin oluşturduğunuzu ve bunun, kendinizi keşfetmek için en ideâl yol olduğunu bilmenizden kaynaklanır. Eğer hep şikayet ediyorsanız, “kendi yaptığınız programı kendiniz reddediyorsunuz” demektir. Bu da, çevrenizde kırık ve güçsüz bir alan oluşturur. Sonuç olarak, hep yokluk ve acı deneyimlerini kendinize çekersiniz. Sözünü ettiğim şey, tamamen bir fizik kuralıdır ve aynı zamanda da bir gönül kuralı. İkisi birbirlerinden pek de farklı değildirler ya aslında! BÜTÜNSEL HAYAT AĞACI Ağacın gövdesi, kişiliğimizi temsil eder. Ana dallar, hayatımızın önemli güç kaynaklarıdır. İş, ilişki, sağlık ve sosyal çevre gibi. Ve ağacın meyveleri de, hep birbirlerine benzeyen olaylardır. Kökler, küçükken yaşadığımız önemli olayları temsil ederler. Ve ağacın en temelindeki tohum, çekirdek inancımızı simgeler. Bu nedenle hayatımızda yapmaya çalıştığımız yüzeysel değişiklikler, pek bir işe yaramazlar. Bir belirtiyi yok ettiğinizde, aynı belirti kılık değiştirerek karşınıza yeniden çıkar. “Kuantum Çalışma” ise, değişime temelden başlar. Çekirdek inancı değiştirerek, insanın hayatını bütünüyle değiştirir. İş, sağlık, ilişki ve diğer her şey bakımından. Kişi önce, geçmişte yaşadığı olaylarla ilgili unuttuğu şeyleri hatırlar ve çarpıttığı şeyleri düzeltir. “Aslında durum pek de o kadar kötü değilmiş!” demeye başlar. O kötü olayların yanı sıra, bir çok da güzel anılar dolmaya başlar hafızasına. Bu işlemler, kendiliklerinden gerçekleşirler. Bu sırada bilinçaltı, kendi kendisini yeniden düzenleme çalışmasına girişir. Yaklaşık yirmi günde tamamlanır bu süreç. Sonra bunun, davranışlara dönüşmesi sürecine girilir. Gerçek kişilik de yavaş yavaş belirmeye başlar. Olaylara nasıl tepki vereceğini düzenler. Örneğin daha önce kolaylıkla “hayır” diyemeyen bir kişi, gerektiğinde “hayır” diyebildiğini fark eder. Bu da, kendiliğinden ortaya çıkar. Bu süreç, ortalama kırk gün sürer. Sonra, iş hayatında değişimler başlar. Sosyal çevresi, yeni kişiliğinin tercihleri doğrultusunda yeniden oluşmaya başlar. Bu süreç, eğer “çekirdek inanç” değişmişse, ortalama üç ay içinde gerçekleşir. Maslow şöyle demişti: “Yetenek ve kapasitenizi inkar ettikçe, sizin için acı ve sorun kaçınılmazdır.” Mevlana’nın dediği gibi yapmıyor. Yâni “olduğu gibi görünmüyor”. Olmadığı gibi olmaya çalışıyor. Bunu ne kadar başarabilir? Bu, imkansız bir şeydir. Bir çınar ağacının kedi olmaya çalışması ne kadar abesse, o kadar da saçma bir çabadır. Bir çınar buna hiç yeltenmez, ama bir insan bunu yapabilir. BİR İYİLEŞME SÜRECİNİN AŞAMALARI Bir iyileşme sürecinde belirli aşamalar vardır. Bir tür keşif yolculuğudur bu. Eğer bu yolculukta yarı yoldan dönerseniz, bir kurban olarak kalmaya devam edersiniz. Kurbanların hep bir mazeretleri vardır. Onlara sıkıca tutunurlar. Biz Türkler’in en çok kullandığımız sözlerden birisi de: “Abi, biz adam olmayız!” değil midir? Acaba bu bir temenni mi, yoksa bir tespit mi? Uzun bir çalışmadan sonra, hasta kişinin bu bahanelerinin farkına varmasını sağlarsınız. Ama bu da, tam bir iyileşme sağlamaz. Bir süre sonra bakarsınız başka bir bahane yaratmış. Bu nedenle ötelere gitmek ve kişinin neden bu durumu seçmiş (saplanıp-kalmış demek daha doğru olur) olduğunu bulmak gerekir. Kişinin iyileşebilmesi için, hiçbir mazerete tutunmadan, bütün sonuçların kendi seçimleri tarafından yaratıldığını görmesi gerekir. O zaman bir kurban olmaktan çıkar, bir kahraman haline gelir. Fakat bu eşiği geçmek, her babayiğidin harcı değildir. Oturup, altın günü yapar gibi, Acıları Yarıştırma Günü yaparlar. Onlara “bırak geçmişi, sen geleceğe bak. İyi ve umut dolu şeyler düşün” dediğinizde, oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi dudaklarını büzerler. Bu arada dinmeyen ayak ağrıları, bel tutulmaları ve artarak yığılan sorunları da bir vagon gibi onları izler. Yeteneklerini, güçlerini, yaratıcılıklarını ve sezgilerini ortaya çıkarmamak adına insanların kendilerine ne gibi mazeretler yarattıklarını görmek şaşırtır insanı. ARAÇLAR VE AMAÇLAR ARASINDAKİ HİYERARŞİ Mezar taşlarının üzerinde yazan “Huvel Baki” sözü çok büyük bir gerçeği anlatır aslında. Kalıcı olan bir tek O’dur. Ünvan, mal-mülk, güç, zenginlik, akrabalar, aile, sevgili, eş ve hâttâ kişiliğimiz tekâmül yolculuğunda kullandığımız araçlardır sâdece. Gelişme amacımıza uygun oldukları için, bir süre kullandığımız şeylerdir. Evlilik kurumu, iki ayrı cinsi mutlu etmek için oluşturulmuş bir yapı iken, mutsuz insanlar evliliklerini sorgulamaya başladıklarında, karşılarına dikilip kurumu savunuyoruz. İnsanlar, evlilik cüzdanları yoluyla birbirlerine sâhip olduklarını düşünmeye başlıyorlar. Eğitim kurumları, başlangıçta, insanları bilgilendirmek ve belirli bir konuda uzmanlaştırmak amacıyla kurulmuşken, şimdilerde sâdece diploma vermek amacıyla varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar çoğunlukla. Sonunda bütün iş, aklını kullanan insanlar yetiştirmekten çıkıp, test canavarları yetiştirmeye dönüşüyor. Din, başlangıçta, insanın Tanrı’yla olan ilişkisinin sırlarını anlatmak ve Tanrı’yla bir olmanın yollarını açıklamak amacını taşırken, daha sonra, cenneti garanti etmek için itaat edilen bir kurum haline dönüşüyor. Sâdece belirli bir dine mensup olunduğu ve belirli bir peygambere sâhip bulunulduğu için, gereken her şeyin yapılmış olduğu yanlışına inanmak da, işin tuzu ve biberi oluyor. Zenginlik, insanın insanca ve mutlu bir şekilde yaşaması için bir araçken, bir güç gösterisine ve daha çok şeyi elde etmek ve de bunları elde tutmak için uygulanan politikalara dönüşüyor. Amaçlarla araçları birbirine karıştırıyor, sonra da “neden bu araba yürümüyor?” diye düşünüyoruz. GERÇEK, KILICINI ÇEKİP EGOYA DALINCA... Bazen herhangi bir yere konuşma yapmaya gittiğimde, bâzı kişiler yanıma gelip, hafif bir gurur ve ayrıcalıklı bir kişi duygusu ile: “Biz de şu derneğin üyesiyiz” derler. Diyeceksiniz ki “ne var bunda?” Fakat bunu öyle bir havada söylerler ki, sanki onlar bilinecek her şeyi öğrenmişlerdir. Başka bir şeye de ihtiyaçları yoktur. Ama bu arada da, devam edip-giden migren ağrılarından şikayet ederler. “Demek ki o derneğe üye olmanız, migren ağrınızın geçmesine yaramıyor” derim ben de onlara. Böyle yapmaktaki amacım, onların egosal kalıbını kırmaktır. O yüzden sık sık: “Bu kapıdan girerken, bildiğiniz bütün şeyleri, kimliğinizi ve titrinizi dışarıda bıkarın” derim. “Eğer değişmek, hafiflemek, sorunlarınızdan kurtulmak ve hayata yeni bir gözle bakmak istiyorsanız, çıkarken onlar yine sizi bekliyor olacaklar. İsterseniz onları tekrar alabilirsiniz.” MASLOW’UN HİYERARŞİSİ ASLINDA TERS DURMALI Büyük psikolog Abraham Maslow, insanların ihtiyaçlarının önceliklerini sıralarken, birinci sıraya yeme, içme ve barınma ihtiyaçlarını, en tepeye de kendini gerçekleştirme ihtiyacını yerleştirmişti. İlk bakışta bu çizim, mantıklı gibi görünüyordu. Öyle ya yiyecek yemeğimiz, yatacak yerimiz olmazsa, neyimizi gerçekleştireceğiz ki? Oysa kazın ayağı öyle değil. Hayatın pratiği, işlerin pek de böyle olmadığını gösteriyor. İşe, “var kalma” düzeyinden başlayan bir kimse, bir türlü tam olarak istediği sonuca ulaşamıyor ve iki yakasını bir araya getiremiyor. Oysa işe kendini gerçekleştirmekten, yâni “var olma” düzeyinden başlayan bir kimse, her ikisini birden elde edebiliyor. Bunun dışındaki her şey yalan aslında. MASLOW’UN İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ 5.Kendini Gerçekleştirme 4.Sevgi 3.Saygı 2.Cinsellik 1.Yeme, İçme, Barınma (Güvenlik) Stand-up ustası Cem Yılmaz, bir TV programında hikayesini şöyle anlatıyordu: “Boğaziçi Üniversitesi’nde Turizm ve Otelcilik okuyorum. İkinci sınıfta kör-topal okula gidip-geliyorum. Fakat pek memnun değilim. Okul da benden pek memnun değil! Sonra sordum kendine: ‘Oğlum, sen küçükken ne yapmaktan hoşlanırdın?’ Ben, kendime sinema afişleri yapar, başrole de Cem Yılmaz yazardım. O zaman burada ne işim var? Bıraktım okulu ve karikatür çizmeye başladım. Sonra işte bildiğiniz gibi arkası geldi.” düşünsenize, Cem Yılmaz başarı ile okulu bitiriyor ve bir otelde resepsiyon görevlisi oluyor! Biraz komik bir resepsiyonist. Ara sıra espriler yapıyor. Çevresindekiler onu pek bir tuhaf buluyorlar. Ve sonunda, şeflerine şikayet ediyorlar onu ve işten atılıyor. MÜTEŞEKKİR OLMAK Müteşekkir olmak: “İyi ki şu anda buradayım, iyi ki her şey böyle ve her şey ne güzel” duygusunun bütün hayatımıza egemen olmasıdır. Sâhip olduğumuz şeylerin değerini bilmek ve onlar için sevinçle bir karşılık ödemek arzusu da, buradan doğar. Siz, kendinizde olanın en iyisini sunduğunuzda, aslında “müteşekkir oluyorsunuz” demektir. Hem beynin nörolojik yapısı ve hem de hücresel işleyiş biçimi, düşüncenin duyguya ve duygunun da bir tutum haline dönüşmesine elverişli bir yapıda tasarlanmıştır. “Şikayet eden insan” durumundan “müteşekkir olan insan” durumuna geçme işlemi de aynı yolu izler. HAYATINIZI İHALEYE ÇIKARTMAK İSTER MİSİNİZ? Genellikle insanlar, kolaycı ve aceleci davranma eğiliminde ve: “Hemencecik bir şeyler olsun ve bunun biçin ben de bir şeyler yapmak zorunda kalmayayım” havasındadırlar. “Şöyle çok uğraşmadan bana bir şeyler yapılsın ve bütün sorunlarım hallolsun” görüşünü taşırlar. Ya da: “Ben çok düşünmeyeyim. Kararlarımı ben vermeyeyim. Bana birileri söylesinler, ben de yapayım” diye düşünürler. “Bir ilaç olsa da, bir içişte bütün kaderim değişse.” “Hocaya gitsem bir okuyup-üflese, ben de dertlerimden kurtulsam.” “Birine kapılansam, o da beni adam etse.” “Bir kalabalığa ya da gruba üye olsam, onlar beni sevse, ben de yalnızlığımı unutsam” şeklindeki yaklaşımlar bize çok tanıdık gelirler. Halbuki, yaşama sorumluluğunu yerine getirme işinde ihale olmaz. Bu, sizin işinizdir. Sizin yapmanız gereken bir iştir. Bu sorumluluğu, “kolaylık olsun” diye bir başkasına havale ettiğinizde, farkına varmadan daha zor bir yola girmiş olursunuz. İnsanın seçme sorumluluğunu eline almasını sağlamayan işlemlerin çok fazla işe yaramayacağını düşünüyorum. Bu yöntem ne olursa-olsun: İster Reiki, ister Akupunktur, ister NLP, ister TM, isterse de başka bir şey. Çünkü karar veren ve seçen “Ben”e ulaşamadınız mı, yapılan işlemler kalıcı olamazlar. Bunun en sağlam kanıtı “plesebo” etkisidir: Hastaya sâdece şekerli su içeren bir tablet verilir ve bunun hastalığına çok iyi geleceği söylenir. Buna içtenlikle inanan hastalarda, bir çok iyileşme durumlarının ortaya çıktığı, istatistiklerle ve yapılan araştırmalarla ispat edilmiştir. Çünkü “Ben” şekerli suyu, ilaca dönüştürmüştür. İnsanlar türbelere giderler, adaklar adarlar, ayinler yaparlar, ritüellere katılırlar, bunlar da bir tür plesebodur. Asıl olayı gerçekleştiren ise, içimizdeki “Ben”dir. Bir hastanenin Onkoloji Servisi’nde çalışan hemşire bir arkadaşım anlatmıştı. Ona da, hocası olan profesör aktarmış. Ölümcül bir kanser hastasını, artık bir umut kalmadığı için evine göndermeye karar veriyorlar. O da eve giderken Başhekim’e uğruyor. Vedalaşmak için. Bu arada Başhekim, masasının üstünde duran, tatildeyken sahilden topladığı çakıl taşlarından birisini uzatıyor hastasına ve: “Al bunu, sana iyi gelecek!” diyor. Hasta da çok teşekkür ederek ayrılıyor oradan. Aradan üç-beş sene geçiyor. Aynı kadın gayet sağlıklı bir biçimde tekrar Başhekim’in kapısını çalıyor ve: “Hocam, şu senin daşlardan bir de benim emicemin kızına veriver, bana çok eyi geldiydi de!” diyor. İşte “Ben”in olağanüstü gücü. İnsanın değişimi, onu, kendi hayatının efendisi haline gelme sonucuna götürmüyorsa ne işe yarar? Son günlerde Hindistan’da bir mağarada yaşayan ve yıllarca aynı lotus pozisyonunda oturan Buddha Çocuk’tan söz ediliyor. Bir tür “katalepsi” haline geçmiş durumda öylece oturuyor. Dünya ile bağını kesmiş. İyi de, biz dünya ile olan bağımızı kesmek için dünyada değiliz ki! Amacımız, ruhsal dünya ile bağımızı koparmadan fiziksel dünyada kalmak. Daha da ötesi, dünyayı cennete giden bir atlama taşı olarak görmek değil, dünyaya cenneti indirmek için, burada olmak. DURUMDAN VAZİFE ÇIKARMAK Aslında herkes, içinde bulunduğu durumdan kendisi için bir vazife çıkarıyor. Çıkarmak istediği vazifeyi. Uzun yıllar yatalak annesine bakan birisi bir gün aniden ölüverir. Ertesi gün hasta anne uyanır, yatağını-yorganını toplar ve ayağa kalkar. Kendisini ebeveynlerinin mutlu olmalarına adayan insanlar vardır. Onların çektikleri çilelere son vermeye adarlar hayatlarını. Bu arada hayallerini ve tutkularını ertelerler. Onların peşinden koşmayı bırakırlar. Durumdan vazife çıkarmışlardır yine. Bu durumda o kişiler, aslında hiç kimseye yaranamazlar. Her iki taraf da durumdan pek memnun olmaz. Hem ebeveynler asla bu özveriyi yeterli bulmazlar, hem de özveriyi yapan bu duruma içerler. Ve bunun acısını da sık sık o kişilerle tartışıp-kavga ederek çıkartır. Bir yandan da bundan dolayı suçluluk hisseder. Oysa gerçek sebep başkadır. Çok daha gizli bir düzeyde olup-biten şey, varoluş sorumluluğundan kaçmaktır. Kişi, bunu yaptığını kendisine itiraf etmek istemez. Başka sahte nedenlere ihtiyacı vardır. O sebeple, durumdan vazife çıkartır. HASTALIKLAR VE ANLAMLARI Hastalıkların çoğu, düşünsel bir nedene dayanır. Kişi bu neden konusunda bilinçsiz olduğu için, onun kör noktasıdır bu. Zâten öyle olmasa, hastalığın nedenini fark eder ve çözüme ulaşır. MİGREN Nedeni: Mükemmelliyetçilik. Yaptığını bir türlü yeterli bulamamak. Kendisini içten içe ve sürekli olarak eleştirmek. Bu gibi kişiler, aynı zamanda başkalarını da sürekli olarak eleştirirler ve kırıcı olurlar. Kimseyi beğenmezler. Çekirdek İnanç: “Mükemmel ve benden beklenildiği gibi birisi olamazsam, güvende olmam.” Yeni Kodlama: • Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana, güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Sevilmek ve takdir edilmek için, mükemmel olmak zorunda değilim. • Kendimi seviyorum ve olduğum halim, zâten tam ve eksiksizdir. • Ben sâdece, o anda yapabildiğimin en iyisini yaparım. Ve o işi yaparken de, bunun keyfini çıkarırım. • Yaptığım iş, beni değerli ya da değersiz yapmaz. • Başarılı ya da başarısız yapmaz. • Ben nasılsam, zâten öyle iyiyimdir. • Bu kararımı uygulamanı istiyorum. • Bunu bütün hücrelerime iletmeni istiyorum. GUATR Nedeni: Kendini ifâde edememek. Gerçek duygularını ve düşüncelerini söyleyememek. Bu gibi kişilerin özellikle kızgınlıklarını ve öfkelerini dışa vurma konusunda problemleri vardır. Çekirdek İnanç: “Kendimi ifâde edersem, güvende olmam.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Duygu ve düşüncelerimi özgürce ifâde ettikçe, güvende olurum ve güçlü olurum. • Düşüncelerimi ifâde ettikçe, insanlarla gerçek bir iletişim kuruyorum. Anlaşılıyorum kolayca. • İşte yeni düşüncem budur. • Bu düşüncemi derhal bütün hücrelerime iletmeni ve uygulamaya koymanı istiyorum ve sana şimdiden teşekkür ediyorum. KALPLE İLGİLİ SORUNLAR Nedeni: Sevgi alış-verişinde tıkanma. Sevilmediğine inanma. Küskünlük, terkedilmişlik duygusu ve bir daha yanı durumu yaşamamak için kalbin kapatılması. Katı ve sert durmak. Çekirdek İnanç: “Seversem ve sevilirsem, güvende olmam.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Kalbimi sevgiye açıyorum ve bunun beni güvende tutup, güçlü kılacağını biliyorum. Sevgimi ifâde ediyorum. Kimse benim kalbimi kıramaz, ben izin vermedikçe. • Sevmek ve sevilmek beni güçlü kılar. • Sevginin kaynağı bendedir. Bir kişiye bağlı değildir. • İşte bu düşünceler, beni güçlü ve güvenli kılar. • Şimdi bu düşüncemi uygulamanı istiyorum. BOYUN SORUNLARI (FITIK, DÜZLEŞME) Nedeni: Kontrol. Değişimden korkmak. Sürpriz gelişmelerin kendilerine zarar vereceğini düşünmek. Çekirdek İnanç: “Kontrol ettikçe, güvende olurum.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Hayata güveniyorum ve kendimi hayata bırakıyorum (bunu birkaç kez söyleyin.) yaşadığım her şey beni daha ileriye götürür. Güçlü ve olgun birisi haline getirir. • Hayata güveniyorum. Rahat ve huzurluyum. • Şimdi gevşiyor ve rahatlıyorum. • İşte bu düşüncemi uygulamaya geçirmeni istiyorum ve eski kararımı iptal ediyorum. BEL FITIKLARI Nedeni: Kendileriyle ilgili olmayan sorumlulukları taşımak zorunda kalmak. Çekirdek İnanç: “Sevdiklerimin yükünü üzerime alırsam, güvende olurum.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Ben, sâdece kendi hayatımdan sorumluyum ve kendi hayat sorumluluğumu taşıyorum. • Başkalarının yüklerini ve sorunlarını omuzlamak zorunda değilim. • Onlar da kendi hayat sorumluluklarını kolayca taşırlar. • Hafifliyorum. Bir kuş kadar. • Sapasağlam ayağımı toprağa basıyor ve kendi planlarımı uygulamak için ilerliyorum. ASTIM Nedeni: Hayatı haketmediğini düşünmek. Suçluluk duygusu içinde olmak. Çekirdek İnanç: “Neşeyi, başarıyı ve huzuru kabul etmezsem, güvende olurum.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Hayatı solumayı hak ediyorum. • Mutluluğu ve huzuru hakediyorum. • Ben, hayatın bana sunacağı her türlü bolluğu, iyiliği ve başarıyı almayı hakediyorum. • Hayatı ciğerlerime dolduruyor ve bu havayı bütün hücrelerime ulaştırıyorum. ŞEKER (DİABET) Nedeni: Hayatı sâdece bir görev olarak görmek, neşesizlik ve keyifsizlik hali. Neşeyle beslenememek. Çekirdek İnanç: “Hayatım benim mutluluğuma hizmet etmez. Ben ona hizmet ederim.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Hayatıma, neşeyi ve mutluluğu dâhil ediyorum. • Keyif alacağım ve beni mutlu eden şeylerle ilgilendikçe güvende olurum (bu cümleyi birkaç kez söyleyin). • İşimi büyük bir keyifle yapıyorum. Bir oyun gibi. Yaptığım işin sonuçlarından çok, kendisiyle ilgileniyorum. Keyfini çıkartıyorum. • Denemenin ve oynamanın keyfini. • İçimdeki çocuğu açığa çıkartıyorum. KABIZLIK Nedeni: Elde tutmak ihtiyacı. Geleceğe karşı güvensizlik duymak ve akışa direnmek. Çekirdek İnanç: “Kontrol edersem, güvende olurum.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Kendimi hayatın akışına rahatça bırakıyorum ve güvende oluyorum. • Bırakıyorum...bırakıyorum...ve güvende oluyorum. • Akışı içimde hissediyorum. • Rahatım ve huzurluyum. • Ben de kendimi yeniliyorum. Her an. DİZLERDE SORUNLAR Nedeni: Güçsüzlük. Kendi hedeflerini gerçekleştirme konusunda duyulan korku. Çekirdek İnanç: “Bana başkaları tarafından sunulan hedef için yaşarsam, güvende olurum.” Yeni Kodlama: sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Kendi hayat amaçlarım doğrultusunda yaşayıp, beni mutlu edecek şeyleri yaparak güvende ve güçlü olurum. • Yeni kararım budur ve bu kararımı uygulamanı istiyorum. RAHİMDE VE MEMEDE MİYOMLAR Nedeni: Cinselliğin ve kadın kimliğinin reddi. Kendini değersiz görme. Çekirdek İnanç: “Kadın kimliğimi reddedersem, güvende olurum.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: Kadın kimliğimi ve cinselliğimi kucaklıyorum. Kabul ediyorum ve özgürce ifâde ediyorum, beni güvende tutacak olan yeni kararım budur (bu cümleyi birkaç kez okuyun.) • Kendimi kucaklıyorum. Olduğum halim, tam ve eksiksizdir. • Değişmeye ve değiştirmeye ihtiyaç duymuyorum. • Öylece kabul ederek güvende oluyorum. • Kadınlığımı kabul edip-kucakladıkça, kendimi sağlıklı hissederim. Huzurlu ve mutlu olurum. MS Nedeni: Hayatı uzanıp-alamamak. Suçluluk duygusu hissetmek. İstememek ve elde etmemek. Çekirdek İnanç: “Uzanıp-almazsam, güvende olurum.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Ben, arzu ettiğim şeyleri uzanıp-almayı seçiyorum ve bu, beni güvenli kılıyor (bu cümleyi birkaç kez okuyun). • Beni mutlu edecek olan şeyleri uzanıp-alırsam, güçlü ve güvende olurum. • Ben, sâdece kendi hayatımdan sorumluyum. • Başkalarını mutlu ya da mutsuz yapamam. Ancak onlar kendilerini mutsuz kılarlar. • Ben, kendimi mutlu etme yeteneğine sahibim ve bu gücü kullanıyorum. Ancak o zaman güvende olurum. İŞİTME KAYBI Nedeni: Duymayı reddetmek. Çekirdek İnanç: “Duymazsam, güvende olurum.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Duymayı seçiyorum. Gerçeği duymak, beni güçlü kılıyor. Her duyduğumu uygulamak zorunda değilim. Onu, kendi akıl süzgecimden geçirerek uygularım ya da uygulamam. Bu, benim seçimimdir. Ben, bu konuda özgürüm. • Aynı zamanda, kalbimden gelen bilgeliği işitmek ve bunları yapmak bana güç verir. • İşitiyorum ve bu, beni güvende kılıyor. • Duyuyorum. Duyduğumu değerlendiriyorum. BÖBREK SORUNU Nedeni: Güçlü bir korku ve yalnızlık duygusu. Çekirdek İnanç: “Başkalarının desteğini alırsam, güvende olurum.” Yeni Kodlama: Sevgili sürüngen beynim. Şimdi sana güvende olmak için gerekli olan yeni kararımı bildiriyorum: • Güven içindeyim. Hayata ve kendime güveniyorum. Yapabilirim ve güçlüyüm. • Güçlüyüm. Her anlamda bu gücü hissediyorum. EPİLEPSİ Nedeni: Beynin sâdece bir yarım küresinin aşırı kullanımı. Kontrol, güç ve bilme ihtiyacı. Sevgiyi reddetme. Beynin özellikle sol tarafının diğer tarafının aleyhine fazlaca kullanımından doğan aşırı elektrik yükü ve bunun sonucunda oluşan deşarj. Çekirdek İnanç: “Güven duyarak kendimi açar ve bırakırsam, sorunlar yaşarım ve güvende olmam.” Yeni Kodlama: Güvenmeyi ve bırakmayı seçiyorum. Kalbimi sevgiye açıyorum. Çünkü gerçek sevgi, beni açar, genişletir ve güçlendirir. • Sevmek zayıflık değil, güçtür. • Duygularımı ifâde etmeyi seçiyorum. Zayıflıklarımı ve üzüntülerimi. • Onlar benim hazinelerimdir. Dünya, Tanrı’nın sonsuz bir süpermarketidir. Ve orada, aradığımız her şey vardır. Hâttâ aramadıklarımız da. Sorun, istediğimiz herhangi bir şeyin orada olup-olmaması değildir. Neyi seçeceğimizdir. PARA VE BOLLUK YARATMA Bolluk, şeylerin sayısal çokluğudur. Bunlara sâhip olanlara, biz “zengin” diyoruz. Ancak bu çokluğun, bizi mutlu etme amacına hizmet eden araçlarla ilgili olması gerektiği de unutulmamalı. Çok araba, çok ev, çok domates, çok kalem, çok para gibi. Gerçi, bir şeyin ne kadar olduğunda “çok” olacağını tayin edecek olan da biziz aslında. Bize mutluluk getirecek olan çokluğun içinde bir çok unsur yer alır. Günde kaç kez kahkaha attığınızla, kaç kez birisini mutlu ettiğinizle, kaç kez kendinizi mutlu ettiğinizle, kaç yeni şey öğrendiğinizle, kaç dakika boyunca doğaya huşu içinde baktığınızla ilgili şeyler mutluluk resminin çeşitli parçalarıdır. Mutluluk, kendi hedeflerinizin peşinden mi gittiğiniz, yoksa size gösterilen hedeflere doğru mu ilerlediğinizle de ilgilidir. Para söz konusu olduğunda, biz şunları isteriz: 1- Para, keyifli bir çaba sonucunda elimize gelsin. 2- Para kazanmak için çok fazla çalışmaya gerek olmasın, yeteri kadar çalışalım. 3- Parayı, hep başkaları için değil, kendimiz için de harcayalım. 4- Paranın akışında bir süreklilik olsun. 5- Geldiği gibi gitmesin. Bir kısmını da biriktirebilelim. 6- Para ile satın aldığımız şeyler, bizi mutlu etsinler ve işimize yarasınlar. 7- Paranın kontrolü bizde olsun. Para ile ilgili bir çalışma yaptığım bir katılımcı bana şöyle demişti: “Yahu kardeşim, aileden kalan bir dolu gayrimenkul var. Biz burada yokluk çekiyoruz. Bu ne iş?” Ona, parayla olan ilk ilişkisinin nasıl başladığını sordum. Biraz düşündü ve anlatmaya başladı: “Mahallemizdeki bir dükkanda bir oyuncak araba beğenmiştim. Babam bana harçlık verdi. Koşa koşa dükkana gittim, ama dükkân kapalıydı. Ya akşamdı ya da Pazar’dı herhalde. Ertesi gün yine gittim, yine kapalıydı. Ben ağlamaya başladım. Bunun üzerine ağabeyim: ‘Ver oğlum şu paranı, ben sana onu alırım’ dedi. Ama o da almadı bana bir şey.” “Şimdi senin parayla olan ilişkinin röntgenini çektik” dedim. “Para sende var, ama kendin için harcayamıyorsun. Kalıp böyle, senin parayla ilgili kaderin bu.” Böyle bir kalıbı değiştirmek için yapılması gereken şey, şudur: O zaman geri gidin ve o anı değiştirin. Yapılacak şey bu. Elinizdeki para ile o ana gidin ve dükkana girin, bu kez kapı açık olsun. Parayı uzatıp-arabayı alın. Keyifle oynayın onunla. Bu sahneyi bir çok kere yaşayın zihninizde. O anla ilgili görüntüleri görün, sesleri duyun ve oyuncağın temasını hissedin elinizde. Beyin ve bilinçaltı gerçek ile gerçek olmayanı birbirlerinden ayırt edemezler. Onlar için her ikisi de aynıdır. Bu tekniği uyguladıkça, bir süre sonra kalıplarınız değişmeye başlar. İşe, buradan başlamak gerekir. Yâni, en temel düzeyden. Beynimizin içi, parayla ilgili bir sürü negatif inançla doludur. “Para kolay kazanılmaz” bunlardan sâdece biridir. “Paranın elimizin kiri” olduğunu söyler-dururuz hep. Onun kirli bir şey olduğunu ima ederiz. Ancak “şu kadar” kazanabileceğimize inanırız. Ondan yükseğine ulaşabileceğimize ise, inanmayız. Bir sınır çizgisi çekeriz kendimize.Kimimiz de parayı kendimiz için harcayamayız. Hep başkalarına verilmesi gereken bir şeydir para. Oysa para, ruhsal bir şeydir. Zâten dünyada ruhsal olmayan bir şey yoktur aslında. Zenginlerin hepsinin kötü olduğunu düşünürüz. Ve fakirlerin de erdemli. Bâzı fakirlerin kötü ve bâzı zenginlerin de iyi olabileceklerine inanmak istemeyiz. Para kazanabilmek için, mutlaka başka kişiler tarafından kabul edilebilir bir mesleğe sâhip olunması gerektiğini düşünen kişiler de vardır. Tuhaf, yeni ve tarif edilemeyen bir mesleğe sâhip olmak ürkütür insanları. Örneğin bana “sizin mesleğiniz ne?” diye soranlara: “Ben, Kuantum Düşünce Uygulayıcısı’yım” dediğimde, bir çok kişi bana boş boş bakar. Bugün dünyada, sevdiği işi yaparsa aç kalacağını düşünen kaç kişi var acaba? Onların sayısının çok olduğunu biliyorum. Bir başka engelleyici inanç da, sâdece parayı kazanmak için çalışmaktır. Oysa gerçekte parayı kazanmak için, önce işinizi iyi yapmayı hedeflemelisiniz. Bu durumda zâten para kendiliğinden gelecektir. Severek yapılan işin ödülü çifte olur; hem yaparken mutlusunuzdur, hem de daha çok kazanırsınız. Küçükken bizim mahallede bir nane şekerci vardı. Adamın bir ayağı yoktu ve koltuk değneği ile yürüyordu. Sokağa mutlaka her gün gelirdi. Şöyle elini kulağına koyar ve yanık sesiyle bir mani okurdu: “Hem niyet, hem nane var, herkesin niyetini yazıyor, aman da ne güzel nane şeker!” Biz bütün çocuklar toplanır ve ondan mutlaka birer şeker alırdık. Yıllar sonra onu, yine aynı mahallede nane şekeri satarken gördüğümde şaşırmıştım. Aradan en az kırk yıl geçmişti. Ve adam aynı şekilde işini yapmaya devam ediyordu. Normalde daha yaşlı olması gerekiyordu. Üstelik sakat ayağı ile sokaklarda yıllarca dolaşmıştı, ama yine de dinç ve sağlıklıydı. Beni asıl şaşırtan şey başkaydı. Ona yıllar önce kendisinden nasıl şeker aldığımızı anlatınca; o da bana, iki oğlunu bu şekilde nane satarak üniversitede okuttuğunu ve ikisinin de şimdi meslekleri olan saygın insanlar olduklarını söyledi. Artık bir kenara oturup-dinlenebilirdi. Ama o, hâlâ çalışmaya devam ediyordu. İLİŞKİLERİN SIR DOLU DÜNYASI Deneyerek öğrenme, dünya hayatının temel yasasıdır. Dolayısıyla “tek atışta onikiden vurmak” ve sonuç olarak “hep onikide kalmak” gibi bir şeyin, gerçek dışı bir ütopya olduğunu da kabul etmek gerekir. Karşıtlık Yasası, öğrenme sürecinin en etkili kuralıdır. Sevgiyi öğrenmek için sevgisizliği, zarafeti öğrenmek için de sertliği deneriz. Bu öğrenme sürecini en derinden etkileyen şey, ilişkilerdir. Önce aile ilişkileri ve sonra da karşı cins ilişkisi. İnsanın kendisini keşfetme serüveninin içinde, işini ve eşini bulması çok büyük bir önem taşır. Karşı cins ilişkileri bir tür meydan okumadır bu yüzden. “Tek seferde doğruyu bulmak” diye bir şey söz konusu olmayabilir. Denemek; yanılmaktan, ağlamaktan, gülmekten ve bütün bunların harmanlanmasından oluşan bir süreçtir. Çünkü tekâmül; olmadığınız şeyi deneyerek, ne olduğunuza karar verdiğiniz bir süreçtir. İlişkiler için de böyledir bu, iş söz konusu olunca da aynısıdır. Egosal bilinçlerinin kontrolünde bulunan kişiler, eş tercihlerinde genellikle hayatlarında önemli bir rol oynayan karakterlerin benzerlerini seçerler. Yâni güven ihtiyaçlarını karşıladıkları anne, baba ya da onlara bu güvenceyi veren bir diğer kişiye benzer birisini. Böyle olunca, hem bir yandan o kişiye bağlı olmak ve ona yakın olmak isterler, hem de diğer yandan kendilerini keşfetmek, özgür ve güçlü olmak ihtiyacını hissederler. Egosal bilinç düzeyinde kaldıkları sürece, bu ikisi birbiriyle uyuşmaz ve bu yüzden de çelişkiye düşerler. Bunun sonucunda, bağmlı olmak ile özgür olmak arasında gidip-gelmeler meydana çıkar. “Ne seninle-ne de sensiz” durumu yâni. Bir çok kişinin ilişkilerinin durumu aşağı-yukarı böyledir. Uyumlu bir ilişki için, kişinin mutlaka negatif çekirdek inancını değiştirmesi gerekir. Genellikle biz, tekâmül sürecinde tersini deneyerek öğrenme eylemi içinde olduğumuz için, eş seçimlerinin bir kısmının böylesine karşıt karakterler arasında olması da normaldir. PARMAĞINIZI KİMSEYE DOĞRU UZATMAYIN, UYUMLU BİR İLİŞKİNİN SIRRI BUDUR İlişkilerdeki iletişim kazalarının hemen hepsinde, beklenti, suçlama ve yönlendirme üçlüsünün parmağı vardır. Sonuçların tüm sorumluluğunu üstlenmek, ağır gelir bize, o yüzden başkalarını suçlarız. Onların değişmelerini ve bâzı şeyleri yapmalarını ya da yapmamalarını isteriz. Ama komik olan şey şudur ki, karşımızdakilerin de aynı şekilde bizden beklentileri vardır. İlişki, sizi size tanıtan bir aynadır. Ne yaşıyorsanız, bilin ki onu yaşayacağınızı umuyordunuz. Sizinle ilgilenilmesini mi bekliyorsunuz? Önce siz ilgilenin karşınızdaki ile. Kendinize nazik davranılmasını mı isterdiniz? Siz öyle misiniz, ona bakın önce? Övülmek mi isterdiniz? Peki ya siz övüyor musunuz karşınızdakini? Dinlenilmek istiyorsunuz değil mi? Güzel. Peki ya siz? Hiç eleştirmeden ve yargılamadan, akıl vermeden dinlemeyi biliyor musunuz? Buna bakın önce. Korunmak ve desteklenmek mi istiyorsunuz? Harika! Peki siz, eşinizi destekliyor musunuz? Hep almayı bekliyor, ama hiç vermiyor musunuz?Çok iyi, herkes bunu yapıyor zâten! Bu nedenle, mutluluk için en iyi yol, önce neler yapabileceğinize bakmaktan geçer. Yaşasın gerçeğin kılıcı! O yüzden siz siz olun, kılıcı başkasına batırmadan önce kendinize bakın. Çünkü asıl düşman içimizdedir. NE İSTEDİĞİNİ BİLMEK VE GERÇEKTEN İSTEMEK Birçok kişi, özellikle kadınlar, kendi cinsel kimliklerini bastırma eğilimindedirler. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan bir tanesi, küçükken uğranılmış olan tacizler ve tecavüzlerdir. Bu tip olaylar, tahminimizin çok üstünde cereyan ederler. Bu sebeple böylesi kadınlar, cinsellik konusunda korkulara sahiptirler. Hâttâ ondan iğrenirler. Kapatırlar kendilerini tamamen. Güzelliklerini deforme edip-bozarlar ki, kimse onlarla ilgilenmesin. Kilo alırlar, kötü giyinirler, saçlarını kısacık keserler... Genç kızlar için ilk sevgi deneyimi, baba ile yaşanır. Eğer baba, kızıyla pek ilgilenmeyen biriyse, kız da kendisiyle ilgilenmeyen birisini bulur ve onun ilgisini çekmek için olmadık tavizler verir. Eğer sevgi duygularında ilgisizlik ve anlayışsızlıkla karşılanmışsa, kalbini sevgiye kapar. Eğer babası annesini aldatmışsa, erkeklere güven duymaz. Onların kendisini mutlaka aldatacağını bekler. Ve beklediği de, hep gerçek olur. Çünkü evrensel sistem böyle işler. Sistem, beklentilerimizi, korkularımızı ya da hayallerimizi (hiç fark etmez, hepsi birdir onun için) gerçekleştirmek üzere kodlanmıştır çünkü. Hayat, sonsuz bir yolculuktur. Bir istasyon değildir. Tek atışta on ikiden vurmak zorunda değilsiniz. Daha çok bir deneyim alanıdır hayat. Ve denemek, kaçınılmaz olarak yanılmayı gerektirir. Yanılmadan başarmak mı istiyorsunuz? “İmkansız olanı ve çok tatsız bir şeyi arzu ediyorsunuz” demektir. Sorun, neyi istediğinizi bilmeniz değildir. Sorun, istediğimizi elde edince yalnız kalmaktan korkmanızdır. Yalnızlıktan korktuğunuz için, istediğinizi değil de, size empoze edileni seçersiniz. Sonra da şöyle demek şansınız ve ayrıcalığınız olur: “Ama bunu ben istememiştim!” İnsanlar size acırlar ve hoş görürler böylece. AKLIMA MUKAYYET OLMAK İSTEMİYORUM Kanser teşhisi konulmuştu kendisine. Kemoterapi alıyordu bu yüzden. Aklının sürekli olarak kaygı ve korku düşünceleri ürettiğinden şikayet ediyordu. Ya hastalığı tekrar nüksederse, ne olurdu o zaman? “Benim güven sorunum var” diyordu. “Hayatımda negatif birisi var.” Bütün bunları söylerken benim ona hak vermemi, anlamamı bekliyordu. Hâttâ ona acımamı. “Kim sana negatif duygu veren o kişi? Yaa, gerçekten de çok negatifmiş” dememi bekliyordu. Ama ben onu yapmadım. Kendisinin “bir kaçak” olduğunu söyledim. “Aklından söz ederken sanki kontrolü sana ait değilmiş gibi bir havada konuşuyorsun. Oysa aklın, senin evin gibidir. Eve senden izinsiz birisi girse hemen onu görür ve çıkartmaz mısın?” “Evet, tabii ki!” “O zaman aklını niye kontrol edemeyesin ki? Bence sen aklının kontrolünü kendi eline almak istemiyorsun. Çünkü bunu yaparsan, güçlü ve özgür bir insan haline geleceksin.” Sonra da bütün bunların, kendi asıl hayat amacını gerçekleştirmekten geri durmak için uydurduğu bahaneler olduğunu söyledim ona. Kaçacağı delik kalmadı. Yüzündeki o kendine acıyan, hüzünlü ifadesini korumaya çalışıyordu. O ifâde, sıkı sıkıya yapıştığı sahte benliğin bir maskesiydi aslında. Kendisini, annesi ve babası ile, eşiyle kurduğu yeni ailesinin arasında kalmış gibi hissediyordu. Onlar olmadan bir dondurma bile yese, suçluluk hissediyordu. Bana ikinci kez gelişinde, yine bu kaygılarını açtı. Şimdi ne olacaktı? Ya tekrar hasta olursa? Çocuğu vardı, eşi vardı. Onlar yalnız kalırlardı. Bir sondaj yöntemiyle, annesinin bilinçaltıyla kendi bilinçaltını karşı karşıya getirdiğimizde, durum ayan-beyan ortaya çıktı. Annesinin kendisini suçladığını zannediyordu. Annesi ise, onun bir an önce kendi hayatını yaşamasını istiyordu. Çalışmanın sonunda kesin bir karar vermesini sağladık. Tabii ki bu, hiç de kolay olmadı. ANLADIM, HER ŞEY SENSİN! Bir katılımcı bayan şöyle demişti: “Yâni şimdi bütün sorunlarımın gerisinde, hep babamla olan ilişkim mi yatıyor?” “Evet” dedim ona: “Kocanızla olan ilişkiniz, aslında babanızla olan ilişkinizin bir yansımasıdır. Babanızla olan ilişkinizin ardında ise, Tanrı ile olan ilişkinizin ne ve nasıl olduğu yatar. Kocanızla sorunlar yaşadığınızı, sabahlara kadar tartıştığınızı söylüyorsunuz.” “Tanrı’yla da aram pek iyi değildir, doğru söylüyorsunuz” dedi. Bir hayat stratejisi olarak sert, katı ve güçlü olmayı seçmişti. Ve işte tam da bu strateji, onu yalnız ve sevgisiz bırakıyordu. Tanrı’yla olan ilişkimiz, aynı zamanda hayatla ve diğer insanlarla olan ilişkimizi de belirler. Ve daha çok kendimizin kendimizle olan ilişkimizi. Bunun, belli bir dinin mensubu olmakla ya da O’nun hakkındaki fikirlerinizle ilişkisi yoktur. Hayatınız ne ve nasılsa, işte O’nunla olan ilişkiniz öyledir.Bunu kavradığınızda, bir de bakarsınız ki her şey O’dur. O’nun sizi suçladığına inanıyorsanız, bilin ki sizi suçlayacak insanlarla çevrelenmiş olacaksınız. O’nun size ceza vereceğine inanıyorsanız, cezalandırılmanız kaçınılmaz olacaktır. O’nun sevgisinin koşullu olduğuna inanıyorsanız, hep iyi olmak için koşuşturup-duracaksınız demektir. Diyelim ki sizi eleştiren, düşüncelerinize saygı göstermeyen ve sizi susturan bir anneniz var. Eh! Bunu anlamak pek zor değil, o zaman siz de Tanrı’nın sizi dinlemeyeceğine ve düşüncelerinize değer vermeyeceğine inanıyorsunuz demektir. O zaman troid bezinizin çalışmamasının sebebini başka bir yerde aramaya gerek var mı bilmiyorum? Çünkü dünya, bizim derin inançlarımızın somut olarak sergilendiği bir ayna gibidir. Ve siz, bu aynanın verdiği bilgiyle Tanrı’yı, daha doğrusu kendinizi tanırsınız. Aslında O, bizi hiç kınamaz ve sonsuz bir sevgiyle sever. O, bizi yargılamaz. O, bizimle hep ilişki halindedir. Bize: “Şah damarımızdan daha yakındır.” O, bizi mutlu görmek ister ve kendi zenginliğinden yararlanmamızı. Bunun için bir ayrım yapmaz. Ayrımı biz yaparız. Kendi kendimize. Bunun için bir tek şartı vardır; kendimizi keşfetmemiz. Zâten böyle olunca, O’nu da keşfetmiş oluruz. O zaman anlarız ki, her şey O’dur.